AŞK YOLCULUĞU..!
Hayatın içinde tüm sancılara rağmen
gülümseyen bir çocuk yüzü gibidir sevgi. Tek dileği ilgi ve sadakattir. Kolay
değildir içi gülen o gözlerden yaşlar döktürmek. Çok özeldir o gülüşlere yeni
gülüşler katan kahraman. Güneşin parlamaktan zevk aldığı günlere gebe bir
gelecek hayali kurar. İnsanların tüm ikiyüzlülüğüne rağmen saflığın hayalini
kurar. Elinde insanlara umut veren balonlar taşır. Ama iyilik adına sahip
olduğu güç kadar kırılgandır o da. Yıkılışı acı vericidir. Ölü bir bedene
üşüşen binlerce karıncanın kemirişlerini hissede hissede can çekişir bu
sancıyla. Elleri bomboş, yüreği kan içindedir. İşte benim hayatım boyunca ağladı
bu çocuk. Gözyaşları hiçbir zaman dinmedi. Güldüremediğim bu çocuk yüzü
nedeniyle hiç dinmedi geceleri sancım. Kâbuslarım tükenmedi.
Rüyalar düne aittir ve hayaller de
yarına. Ama hiç rüya görmedim ben. Hayal desen onu da kurmakla yetindim hep.
Asla gerçekleştiremedim. O gülen çocuk yüzünü karanlıklara kapattım. Bol bol
gözyaşı armağan ettim. Başka şeyler, çeşit çeşit güzellikler vermek isterdim,
veremedim. Olmadı işte, ne yapayım? Şimdi bol bol çığlık biriktirdim yüreğimde.
Sessiz feryatlarım bedenimde çınlıyor durmadan. Artık her damla gözyaşımda bir
umudu toprağa veriyorum. Ve daha ardından yas tutmak için bile fırsat kalmadan
bir diğerini yitiriyorum. Nasıl bir şeydi, neye benziyordu o gülen çocuk yüzü?
Hatırlayamıyorum artık. Öyle çok geçti ki üzerinden. Tamamen bir sis perdesi
ardında güzel günler. Özlemim çok büyük aşka karşı. Hep hak etmeyenlere
harcadığım duygularımın katiliyim ben. Kendi ellerimle sundum bin bir emekle
büyütüp yetiştirdiğim sevgimi o sevdasız kaçaklara. Ben üzerine titrerken,
onlar elleriyle boğdular benim bebeğimi. Bile bile katil ruhlara adadığım için
masum sevgilerimi, ben en büyük katiliyim tüm güzelliklerin. Bu nedenle de
kendimi sonuna dek yalnızlığa mahkûm etmekteyim.
Elden ne gelir ki benim verdiğim
mahkûmiyet pek işlemiyor yüreğime. Yine ve yeniden seviyor insanları. İşte sen
de bu başkaldırışın içinde yüreğime giren ve talan edenlerdensin.
Zaman
zaman aklıma esiyor hayaline dalıyorum. Ya da anılarımın sokaklarında ufak
gezintilere çıkıyorum. Her kaldırımında infaza yatırılmış isyan çığlıklarım
oluyor. Deste deste karamsarlık biriktirdiğimi fark ediyorum ve sanki onları
ben biriktirmemişim gibi şaşırıyorum. “Ne zaman oldu bunlar bu kadar?” diye
kendime soruyorum. Yüreğimin tüm kuşlarının havalandığı o uçsuz bucaksız
sensizlik saatlerinde yaşama dair hayat mesaimi tüketiyorum. Maaş olarak da bol
bol gözyaşı alıyorum. Öylesi çok zenginim ki umursamazca harcıyorum onları.
Aynaya baktığımda karşımda dikilen gölge siluete –ki bu benim gölgemmiş-
durmadan lanet yağdırıyorum. Avuçlarımda cam kırıkları, havada korkunç bir
ağırlık ve yanı başımdaki yalnızlığımla adeta çırpınarak seni düşlüyorum,
aramanı diliyorum defalarca. Asla ama asla aramayacağını bile bile kendime
saniyede binlerce bıçak saplayarak bekliyorum. Aslında çaresizliğimin, elimden
hiçbir şey gelmediğinin kanıtıdır bu bekleyiş.
Artık
zamanlarda dönüp kendime şöyle bir baktım da ben, gün ışığına küsmüş çiçek
gibiyim. Korkularımla, endişelerimle ve hayalinle konuşuyorum gecelerde saatler
boyunca. Güneş, dünyaya kıydığı nikâhtan sıkılmış gibi ısıtmıyor artık doğru
düzgün toprağı. Deniz, sahile dargındır ve alabildiğince geriye çekmiştir hırçın
dalgalarını. Bense tüm çaresizliğimi geçirip üzerime, kapına geliyorum. O anda
beni buyur mu edeceksin yoksa hiç tereddüt etmeden ve düşünmeden kovacak mısın
diye yormadan zihnimi yollara vuruyorum kendimi. Ayaklarımda sana doğru bitmez
yolculuğumdan kalma dermansızlığım, dizlerimde sonsuz heyecanımın titremesi ve
yüreğimdeki dipsiz sancıya rağmen cesurca bakıyorum gözbebeklerine. Bir dudak
büküşünle kâbusa dönecekken düşlerim, yüreğimi sana mecbur eden kelepçelerimi
uzatıyorum sana. Ve tek bir gülüşüne feda edebilecekken ömrümü boşta kalıyor
sana uzanan tutuklu sevdam. Yalvar yakar yüreğime aldırış etmeden alıyorum
kapından umut bohçamı ve hayal dünyamı. Tüm yıkılmışlığımı da yüklenerek
sonsuza dek çarpıp gidiyorum senin dünyanın kapılarını.
Şikâyet
etmiyorum, ayrılmış olan yoldan kendi payıma düşen kısmı arşınlıyorum sessiz
sedasız. Hayatın doludizgin sevinçle yaşandığı o raydaki trene her zamanki gibi
sadece arkasından bakakalmak suretiyle yetişiyorum yine. Sevda denizine yelken
açtığım gemilerim yine limansız kaldı unutuluş denizinde. Tek bir kez bile
kürek çekecek halim kalmayıncaya kadar çabaladığım yolculuğumda okyanuslar
içinde tek başıma olduğumu gördüm yine. Bu yolculuğuma tek şahit ve tek yol
arkadaşı akbabalar oldu. Üşüştüler teknemin burnuna, son nefesimin dudaklarım
aracılığıyla bedenimi terk edip havaya karışmasını bekliyorlar sulanan
ağızlarıyla. “Başaramayacaksın!” diyen kötü niyetli hayat kaçkınları, elimde
beyaz bayrakla yenilmişliğimi kabullendiğimi görmeyi bekliyorlar sabırsız bir
“Yaşasın!” iştahıyla.
Kasıp
kavuran zaman çölüne dönüşen ıssız ve dipsiz bucaksız okyanusumda kendimi
anlatacak bir benzetme bulamadan yol alıyordum hâlâ. Karamsarlığın soğuk nefesi
yorulmaksızın ensemde. Gözümün görebildiği yere kadar yalnızlık hâkim
yollarıma. Hiç batmayan güneş, karanlığın korkunçluğundan koruyor diye bile
sevinemiyorum; çünkü amansız sıcak beni an be an tüketiyor. Hiçbir bahane
avutamıyor beni. “Hangi günahımın bedelini ödüyorum.” diye düşünmeyi bırakalı
ömürler geçmiş gibi. Sorgulama gücüm gitgide zayıflıyor. Defalarca aynı yoldan
geçip geçip fark etmiyorum, kayboldum. Bulamıyorum yolumu. Bir yolum var mıydı
benim? Nereye gidiyorum? Ne olacak bana şimdi? Biri bana yardım etsin, ne olur?
Tükeniyorum…
İşte
senden bana kalanlar bunlar oldu zanlı sevdam.
Neden
sonra kendime geldiğimde yine kendimle ve çaresizliğimle baş başaydım. Uslanmış
olmalıydı yüreğim. Verdiğim sonsuz yalnızlık kararıma uymalıydı; ama olmadı,
yine dinlemedi beni. Ve bir başka zanlıya olan aşkımın ardından ben yine o tek
kişilik çaresizlik oyunumu oynuyordum hayat sahnesinde. Tek izleyicim ise “Ben
sana dememiş miydim?” ifadesiyle bana bakan yalnızlıktı… Oyunun sahnelerinden
parçalar sunmak isterim size de. Nasılsa siz de biliyorsunuz ki ben bir
uslanmazım ve her yaramaz gibi hatalarımdan sonra cezalandırılmalıyım.
Geceyle
günün, güneşle ayın kavgasının kızıştığı ve yazık ki sonsuz karanlığın
kazandığı o huysuz saatlerde odamda duvarların adeta üzerime geldiğini
hissetmeye başladım ve kendimi hiç düşünmeden zanlı sokaklara bıraktım.
Sessizce süzüldüm yalnızlık dolu karanlık sokaklarda. Hava soğuktu; ama içimin
acısı dışımı kavuruyordu. Soğuktan bihaber yürüdüm gece boyu. Kimlerin
sokaklarını kullandığımı yürümek için ya da hangi evin kapısında dinlendiğimi
bilmeden geceyi tükettim. Gökyüzü kızıla boyanmaya başlamıştı. Tüm o yalnız
saatler boyu karanlık güçten düşmüş olmalıydı. Çünkü yerini yavaş yavaş
aydınlığa bırakıyordu. Bense yurtsuz kalmış göçmenler gibi sahil kenarında bir
bankta büzülmüş otururken buldum kendimi.
Üzerime
sinmiş olan yanık kokusundan birden ben de tiksindim. İçimin sancısı hâlâ
geçmemişti; ama artık soğuk iliklerime işleyecek kadar hissedilir olmuştu. O
anda bir sağanak başlasa bile ruhumu söndüremezdi. Düşlerimde büyüttüğüm aşkı
özlüyordum. Özlemi midemde kramp, başımda sancı, gözümde yaş, dilimde şarkı
olmuştu.
Gözümün
önüne çekilen sis perdesinde birdenbire bir “Geçmiş
Kumpanyası” sahnelenmeye başladı. Tüm beceriksiz aşklarımı gördüm yeniden.
Tüm saflığım ve sakarlığımla gayet inandırıcı bir oyunculuk sergiliyordum; ama
hep hüsranla bitiyordu. Mutlu sonu bir türlü göremiyordum, ağlamaya
başlamıştım. Gördüm ki hiçbir zaman kendimi kayırmamışım. Hep aşka inanmış,
kendime kıymışım ve durum şu anda çok açık; parçalanmışım. Gelecek artık gelsin
ya da gelmesin pek umurumda değil. Umutlarımı yüklediğim şahlanan atım en başta
dörtnala koşuyordu; ama şu günlerde yerinden bile kalkamıyor sanırım.
Güneşin
karamsarlıktan koyu sarı renge büründüğü bir gündü işte. Sadece kızıyor; ama
ısıtmıyordu. Yeryüzüyle kavgalıydı ve sırtını dönmüştü sanki. Bense saatlerdir
aynı bankta buz kesmiş durumdaydım. Artık gün boyu eskittiğim bu yerden
ayrılmak istiyordum; ama bu mecali kendimde bulamıyordum. Her zamanki gibi en
kolay olan şeyi yaptım: Hayal tutmaya başladım zihin okyanusumdan! Ama hangi
hayal takılsa oltama hep bir yanı yaralı, yırtık! Sonunda elimde hiç yeni hayal
olmadığını gördüğümde dehşete kapılmıştım. Düş dünyamı nasıl da tüketmişim
meğer! Yine karamsarlık kodesine atıldım ve kendimi bilmez saatler boyu
katıksız hapisler yattım…
İşte
sizlerin de gördüğü gibi uslanmaz sevda arayışçısına bir bedel daha ödettim
ben, bu adına aşk bile denmeyecek macerayla…
Derken
zamana takıldı aklım bir süre. Sanki o sürekli koşarcasına tüketmese ömrümüzü
daha rahat mı yaşayacaktık hayatımızı? Bu soruya takılı kaldığım zamanlardan
birinde yine karmakarışık aklımın bir arka penceresini açayım size de görün o
karışıklığı benimle aynı gözle.
Öyle
hızlı geçiyor ki zaman, ona yetişmek mümkün olmuyor. Değil insanlar, değil
hayat, zamanın temsilcisi akreple yelkovan bile onca çabaya rağmen zamanı
yakalayamıyor. Hiç durmuyor, dinlenmiyor zaman, hep akıyor. Saatler dursa,
insanlar ölse bile zaman hiç; ama hiç durmuyor, tükenmiyor. En acımasız
cellâttan bile kalpsizdir zaman.
Zaman,
daima akar ve daima kendini yaşatır insanoğluna. Bu zorunlu işleyiş içinde
insan, kendi için yaşarken kendine, dünya için yaşarken de dünyaya sürekli bir
şeyler katıyorsa eğer yaşadığına değiyor demektir. Aktif olmalıdır insan
dediğin. Pasif olmak doğasına aykırıdır. –sanırım burada aşktan vazgeçmeyişimi
akli bir nedene dayandırmaya çalışıyorum- Doğayı bile ehlileştirmiş; ama
zamanla başa çıkamamıştır yazık ki. İnsan, dünyaya eklediği kadar yaşar. İster
incir çekirdeği kadar, isterse dünyalar kadar olsun bir şeyler eklemelidir
tükettiğine. –o nedenle sürekli sevgiyi kazandırmaya çalışıyorum zamana,
beceremiyorum- Çünkü ekleyerek yaşamayı bir kere öğrenirse insan dediğin, o
zaman artık tüketmiyor sayılır. Zamanı yenemese de yaşadığı dünyaya bir iz
bırakır.
Akıllıca
fikirler üretebiliyorum belki hâlâ; ama bakın nasılda bir çırpıda giriveriyorum
yine zaman kaygısı derken aşkın içine. Ve sevdanın yolu oluveriyor önümde
zamanın yolu. Şimdi yine trajedi ve dram bir arada. Sevip sevip de bir türlü
sevilmeyen “ben” ise başrolde….
…Zamana
yenik düşmüş kırık dökük yüreğimle ben, tüm ümitsizliklerime rağmen bütün
riskleri göze alarak gönüllü oluyorum aşka! Ama yine de yetmiyor gücüm
yüreksizlerin sevda katliamına direnmeye. Gözlerimin önünde binlerce sevgiyi
katlediyorlar. Bense elim kolum bağlı izliyorum bu vahşeti ve gözlerimdeki
yaşları bile silemiyorum dermansızlığımdan. Tüm yürekler siyaha boyanmış, tüm
gözlerde şüphe kol geziyor. Yürekler özgür bırakılmıyor ki şöyle bir sonsuz
sevebilsin. Yürekleri kocaman bir kelepçeyle sıkıştırmış sevda kaçkınları. Ne
nefes alabiliyor sevdalar ne de bir iki mutluluk balonu uçurabiliyor yüreğinde
sevda taşımaya çalışanlar. Dolu dolu yaşanıp, aldatma ve riyalarla
kirletilmeden dostça bitebilseydi tüm sevgiler, kırık kalpler topluluğu olmazdı
belki de.
Nereye
gidiyorsun ey ömrüm? Sana bile dinletemiyorum sözümü. –sanki sevgili yüreğimin
kendisi söz dinliyormuş gibi kafa tutuyor söz dinlemeyenlere- Yenilmişliklerle
dolup taşan ömrümde bir tek nazarlık takamadım sevgiyle biten. Bu yüzden
bitmiyor mutsuzluk üşümelerim. Yalnızlık yağmurlarında daima sırılsıklam
haldeyim ne yazık ki… Yazık ki sessizlik hâkim tüm zamanlarıma. Bir başka şey
koyamıyorum ömrüme ben. Daima yalnız ve daima bir başıma! Yüreğimin en kuytu
köşelerine tıktığım ve üzerine rastgele şeyler atarak gizlediğim sevilmek
özlemim zaman zaman bastırılamaz hale geliyor. –bence her zaman; ama neyse- İşte
bu zamanlarda tutamıyorum kendimi. Yanaklarım gözyaşı bombardımanı altında
kalıyor. Ağlamayacağım diyorum; ama dinletemiyorum. Yanlış üzerine yanlış, hata
üzerine hata yapıyorum. Kendime çok; ama çok kızıyorum. –en azından gözü
açılmaya başlamış yüreğimin diyebilir miyim- Usumun derinliklerinde sancılar
yatıyor pusuda. Yanlışlıkla hatırıma getirsem seni, diriliveriyorlar örümcek
ağı bağlamış mezarlarından. Dirilip zihnime saldırıyorlar, akıllıca kararlar
vermeme engel oluyorlar, beni esir alıyorlar. –uzun sürmedi yine. suçu yine
başkalarına atmaya başladı- Buralardan çekip gidesim geliyor. Geliyor da ne
fayda? Bavulumda sensizlik, yamacımda yalnızlık ve üzerimde umutsuzlukla
dünyayı gezsem bir şey değişir mi? Anlamak mümkün olmuyor bir türlü. Adeta bir
şaka tüm bu olanlar. Hayatım bir sirk sahnesi gibi. Hiçbir şey benim
kontrolümde değil. Her şey bensiz yaşanmaya öyle alışmış ki sanki yavaş yavaş siliniyorum
yeryüzünden. Bu sonumu ben hazırlamadım. Başımda binlerce saçma fikir ve
avucumda sensizlikle ben, ağlamaya bile güç bulamaz bir haldeyim. Hasretin
sırat köprüsünde yalnızlıklar içindeyim. Yanaklarımda son öpüşünün yetim
hatırası, avuçlarımda parmak izlerin, yüreğimde sevgin ve bende senle birlikte
gittiğin günden beri ite kaka yaşıyorum hayatı. Kırık aynalardan yansıyan
parçalanmış aşkıma uzaktan bakıyorum. Seni ve sevgini özlüyorum…
Sonunda
sana varacaksam her yol cennetti bana. Elime batan diken olsan razıydım can
acısına, yeter ki dokunabilecek kadar yakınımda olsaydın. Sen de sevseydin
beni. Ama sadece sevseydin. Başka hiçbir beklentim yoktu senden yana. Ekmeğim,
suyum olsaydın, sesim olsaydın razıydım. Olamadın…
Görülen
o ki aslında şahıslar önemsizleşti bir süre sonra. Sadece sevgiydi, sevilmekti
aradığım; ama olmadı. Çünkü değişen jönlere rağmen arayışlarım da yaralarım da
hep aynı.
Derken
yaşamakla ölüm arasındaki karşıtlığın tam ortasında kaldığım zamanlar tükettim.
Çünkü sadece sevgisizlik değildi canımı acıtan, yalnızlığı da sevmiyordum ben.
Ve çıkar ilişkilerinin hayatıma biriktirdiği sahte kişilere asla tahammül
edemiyordum. Tabi yine ille de aşkı arıyordum. Yine bir yanlışa çarpmıştım ve
ağır yaralı halimle tüm bunları acemi bir polis gibi tecrübesizce
sorguluyordum. Yalnızlık, sahtekârlık, aşk… “Gidişlerse çare olan en görkemli
gidişi ben yapmalıyım.” diye düşündüğüm çok çaresiz anlarım oldu. Şimdi size de
bir parçasını göstereceğim içimdeki gitme hevesimin…
…Gitmek
itirazdır bu dünyaya! Geceleri, ahşap belleklerde itina ile beslenen bir hüzün
sarar. Anılarında çat kapı gezintiler yaparsın yalnızlığın sofrasına bağdaş
kurmadan evvel. Bilenin söz söylerken korku duyması gibi bir şeydir sonsuz
sessizlik. Dikenleşir birden bire batmış hüzünlü anılar. Ve sürer gider böyle
kararmış günleri kapatan ürperik geceler.
Renklerin
kiraya verildiği mevsimler yaşanır. Tıpkı zaman’ı an’a asar gibi tek tek asılır
en güzel hayaller. Ruhu rüzgâr alan yaralı bir gül gibi yaprak dökmeye
başlarsın. Bahar için bunca sözü dal yapan toprağın yerini sorgularsın.
Derinlerde yankılanan sesine cevap bulamazsın. “Toprağım” dediğin senden çok
uzak diyarlara varmıştır bile.
Yağan
yağmura bakarsın. Bu yağan yağmurdan bir yağmur önce kollarında olduğunu
anımsar ve kanatırsın yaranı düşüncesizce. O halde şimdi yağan o yağmur, gök
kubbenin küfrüdür size. Zaman sessizce sonsuzluğunu giyinir. Saniyeler hızla
eskitilip atılır. Bitimsiz yolların kavşağındayken kendi kendine mırıldanırsın:
“Büyüyorsun dediler bana, külliyen yalan! Yüzümde ıkınan çocuk zamanmış meğer…”
Ne güzel söylemiş söyleyen…
Ve
yine çok tehlikeli bir yerindeyim hayatımın. Yine alelacele bir sevdanın
ardından iyi etmeye çabaladığım yaralarım var…
Tanımadan
sevmişim yüreğinin kıvrımlarını. Ellerinin sıcaklığını yüreğinden sanmışım.
Oysa tüm ihtişamıyla sahte bir sevda yaşamışım. Tek başıma yakmışım tüm
ışıkları. Ve ben yaktıkça söndürmesine safça bir inatla karşı koymamışım.
Ellerimle verdiğim umutlarımı – ki ben onları yıllarca özenle büyütmüştüm –
paramparça edişine seyirci kalmışım. Tüm sevdamı giyinip bir yüreksizin
karşısına çıkmışım. Şimdi biliyorum ki yürek sancısı çekmiyor o sevdiğim. Mum
ışığı kadar bile değilmiş gözlerinin ışıltısı. Oysa ben gözlerinde güneşle ayı
keşfettim sanmıştım. Ruhuyla ve kalbiyle konuşuyor sandığım adam bir
sahtekârmış meğer. Oyunun diliyle konuşan bir tiyatrocuymuş. Onda bulduğum
sonsuz huzur için de çok; ama çok kızgınım kendime. Nasıl bu denli kapılıp
gittim onun seline? Her şeye rağmen yine de ne zaman kapatsam gözlerimi,
gözleri gözlerimde. Özlüyorum seni ey katı yürekli!
Yine
de uslanmayışıma hayretler içinde bakabilirsiniz. Haklısınızdır da belki; ama
elden ne gelir, sevdasız yaşamamak, yaşamak gibi gelmiyor bana. Bir de şu
sonradan çekilen acıları olmasa…
Sonra
bir gün farkındalığımda keşfettiğim bir şey karşısında dehşete kapıldım. Hep
sevda acısı çeken bendim; ama o sihirli denen iki sözcüğü asla ilk kullanan ben
olmamıştım. Artık duymak bile heyecan vermiyordu aslında. Bunu da yeni fark
etmiştim. Çünkü boş yere duyuşlarım o kadar çoktu ki… Ama sonuç değişmiyordu.
Onlar bana bunu o kadar inandırıcı şekilde söylüyordu, öyle çok süslüyordu ki…
Ağır makyajlı sözlere olan nefretim de işte bugün böylelikle başladı. Bu kadar
kolay mıydı yani bir çırpıda söylemek ve sonra hiç söylememiş ve sevmemiş gibi
çekip gitmek. Dünyaya itirazım daha da büyümüştü. İsyanım hat safhadaydı… Şimdi
de isyanıma şahitlik etmeye davet ediyorum sizi.
“Seni
seviyorum!”
Bu
iki sözcüğün artık anlamsız bir lakırdıdan ibaret olduğunu düşündüğüm, yüreğime
kilitler vurduğum, yüzümü yalnızlığa döndürdüğüm, umutsuz bir ömrü tükettiğim
bir yerindeyim “Bu senin!” dedikleri hayatımın.
Sen
yokken ben, hüzün gözyaşlarımı içime akıtır oldum. Yüreğim, terk edilmiş bir
sahil gibi, rüzgârın bile değmiyor toprağıma taşıma. Yaprakları kımıldamıyor
ağaçlarımın. Kulaklarım senden gelecek haberden gayrisine sağır. Ben, sen
gittiğinden beri sandıklar içinde sadece sana saklıyım. Şu aralar özleminle
yüklü hayaline dalıp yakıyorum yalnızlık ateşimi. Seni düşleyip özlemeden geçmiyor
bir tek anım. İçim acıyor; ama sana dair hâlâ biraz umudum var. Yüreğim umuda
gebe kaldığından beridir sevdam ayrılığa yenilmedi hiç. Gönlüm darağacındayken
bile ölüme meydan okuyup sadece “seni” sevmeyi seçtim ben. Sandalyemi altımdan
iten sevdana düşman olamadım hiçbir zaman. Özlemini nakış gibi işliyorum yürek
hücremin duvarlarına. Böylece yokluğuna alışmayı engelliyorum, meşgul ediyorum
beni, seninle. Hüznümün sokaklarına hayalini çiziyorum tuvalimdeki renklerin
tonuna aldırmadan.
Sen
yanıma gelmemekte direndikçe anladım yalnızlıktan ve sevgisizlikten
ölünebileceğini. Günler boyu aydınlığın karanlığa doğru akışı beni önüne katıp
koşturdu. Kendi hapishaneme kapanmıştım. Şimdi mi? Hâlâ oradayım.
Öyle
ki sen, yüreğimin en kuytusunda saklı bir hazine gibisin. Öyle bir tılsımla
donatılmışsın ki hiç kimse, sen keşfedilmeyi istemeden ulaşamıyor sana. Keşfini
yapan, mucizen olan ben olsam olmaz mı?
Neler
söylediğime inanamayan ben birden silkindim gafletimden, körlüğümden ve artık
aptallığı geçen saflığımdan. Sözcükler söylenmiş; içi doldurulmamıştı. Sahteydi
sevgi ve kenarına iliştirilen ben. Anlamıştım ve artık sevmiyordum sevgi
sözcüklerini. Çünkü sevgi sözlerinin bana ettiğini daha önce hiçbir kimse
edememişti.
Uyuşmuş
bedenimi sürükleyerek ayna karşısına geçtiğimde karşılaştığım manzara içler
acısıydı. Karmakarışık bir kafa, darmadağın saçlar, morarmış bir çift göz,
kıpkırmızı bir burun, beyaza çalan dudaklar ve cenaze havasında bakışlarla bu
yüz bana mı aitti yani? Gerçek neydi? O muydu yoksa ben miydim? Ya da ikimiz
bir ve aynı şey miydik? Değilsek hangimizdi “ben” olan? Gerçek olmak mı
istiyordum bunca acı içinde, yoksa umarsız bir yansıma mı? Canım acıyordu.
Gerçek olmaktı acıtan canımı.
Usulsüz
zihnimde binlerce düşünce birdirbir oynuyordu. Çekirge misali aklım, o fikir
senin bu fikir benim diye zıplayıp duruyordu. Hızına yetişemiyordum, yorgundum.
Dünyanın kesinlikle bana ait olamayan bir yerinde, hayatımın asla bana ait
olmayan bir kesimindeydim. Sorumsuz bir işgalin sancısı içindeydim. Derken
zihnim ani bir felce uğradı. Kökü topraktan ayrılmış bir kır çiçeği gibiydim.
Rüzgâr ne yönden eserse o yöne büküyordum boynumu. Saniyeler içinde hızla
soluyordum. Bu yok oluşa dayanamıyordum. Sınırları belli bir hayatın ızdırabına
katlanamazken bilinmez bir sınırsızlık bana kim bilir neler yapardı?
Neresinden
tutsam elimde kalıyordu hayat. Delik deşik, parça pinçik anılarımı yüklediğim
tren, adını bile bilmediğim bir yere gitmek üzere içimin derinliklerindeki bir
istasyondan yola çıkalı epey olmuştu. Arkasında ne yaşlı bir göz ne de
sallanmakta olan bir dost eli bıraktı giderken. Sadece gitti.
Vazgeçiyorum
senden. Ruhuma bakmaya tenezzül etmeyene feda edecek kadar zavallı değilim
yüreğimi. Bir gün olur da gözlerin beni arayacak olursa –yüreğin nasılsa asla
aramayacak- hüznünün ruhuma çizdiği resimlerde cansız birer anı olarak
bulunacağım. Söyleyemediğim her sözü gömdüğüm yüreğimden yol veriyorum artık
sana. Kıvrım kıvrım yüzen bir balık gibi umut denizine yolculuğa çıkıyorum.
Gerçekten sevilmenin ne demek olduğunu merak edersen eğer hep deniz
kenarlarında dolaş ve oltan hep denizde olsun. Belli mi olur, belki bu defa
doğru yemi takmayı başarabilirsin…
Çok
kızgındım ve kırgındım; ama illâ ki açık bir kapı bırakıyordum. Yine de yeni
yıkılışımın mimarı bir başka aşk olmuştu. Mimarı başkaydı belki; ama yıkılışım
yine eskisi kadar görkemli ve acılı olmuştu. Şimdi bu yeni yıkılışıma şahit
olacaksınız.
Rüzgârına
kapılıp gittiğim yalancı dünyada tek ışığımdın sen. Yollarımın tümü yalnız sana
çıkıyordu. Aynalarla bitiyordu sana çıkan bu yollar ve ben her defasında “sen”
diye koşturup “ben”i buluyordum çaresizce.
Tüm
renklerim seninle anılıyordu. En sevdiğim renk “gözlerinin elasıy”, en parlak
renk “saçlarının karası” ve en cıvıltılı renk “dudaklarındaki al”, En ideal
renk “teninin buğdayımsı kahvesiydi”.
Gözlerimin
baktığı yer hiç önemli değildi; çünkü nereye baksam seni görüyordum. Bakkala
giren sen, gişeden bilet alan sen, sahada top oynayan, camdan bakınan, işe
gitmek üzere yola koyulan da sen, her yer ve herkes sendi.
Her
güzel şiirin ilk mısrası, her güzel tablonun en can alıcı rengi, en güzel
şarkıların tek notası, her güzel manzaranın en güzel yanı yine sadece sendin.
Kornalar
adınla çalıyor, ziller ismine şarkılar okuyor, okullarda ders diye varlığın
okutuluyor, kuşlar isminle şakıyor, sular sana coşuyor, zaman sana akıyor,
saatlerin ibreleri sen ne yandaysan sana doğru dönüyor, aydınlıklar seni takip
ediyor, olmadığın yerler karanlıklara bürünüyordu sanki. Evren artık sadece
senden ibaretti. Sanki “dünya” yerine “sen”de yaşıyordu tüm insanoğlu.
Öyle
bir yerindeydin ki zamanın, sana erişemiyordum. Sen de seni her arayışımda tüm
hızımla sana çarpıp yaralanmama izin veriyordun. Her çarpışmada ayrı bir yara
açıyordun zavallı bedenimde; ama her yara ayrı bir mutluluk veriyordu bana.
Sanki ellerin, buz kesmiş bir silahın tetiğinde ve ben ufukta her görülüşümde
kaskatı bir kurşun gönderiyordun yüreğime bıkmadan. Ve ben de usanmadan her
vuruluşumda yeni baştan ısıtıyordum o kurşunu sırf senden geldi diye. Öyle bir
şey ki senden gelecekse ölüme bile razıydım ben. Sen yoksan ben zaten hiç var
olmamış gibiydim.
Zamanla
anlamaya başladım ki senin de farkın yoktu sevda mezarlığımdaki zanlılardan.
Aklım yine haklıydı, bizler sevgilerimizi hep yanlış insanlara harcarız. Boş yere
tüketiriz yüreklerimizi. Herkese yetecek kadar çok sanırız yüreğimizin gücü.
Tüm itaatsizliklere, ihanetlere direnebilir sanırız. Severadım koşarız
düşünmeden sevdalara. Her sevda, bir parçasını alır götürür yüreklerimizin. Sen
de böyle yapmadın mı? Sanki bu, yerine getirilmesi gereken bir koşulmuş gibi
sen de kovmadın mı beni yüreğinden, ben böylesine severken?
Oysa
verdiğimiz gibi karşılık beklemeksizin ansızın geliverse sevda yüreğimize,
tutuşturuverse içimizin kurumaya yüz tutmuş ovalarını, deli bir yangınla
kavrulsak, mutluluktan ayaklarımız yerden kesilse ve sonunda aşkı bulsak ne de
benzersiz olurdu. Bu defa tüketmek için değil, yüceltmek için yürekleri yaşardık
sevdamızı. Yüreklerimizin çerçöp içindeki sokaklarını umut çiçekleriyle
nakışlardık. Bin bir renkle donatırdık sevdanın yollarını…
Yine
ve yine uslanmazlık, yine ve yine hayaller… Hem aklıma uysaydım, o haklıymış
der, hem de bildiğini okur bu yürek. Bakın yine kırık dökük bir aşkın
pençesinden kurtuluşunu nasıl da içli içli anlatıyor…
Sana
dair sevdanın yollarında berduş bir sevdalıydım ben. Beni sevmeme ihtimali ve
sen, buz gibi ve dimdik karşımdaydınız. Ama biliyordun ki umutsuzluk bana,
sevgisizlik de sana yakışmazdı. İkimiz de yakışanı giymeliydik üzerimize.
Aramızdakiler göz kararı, olması gerektiğinden az yaşanmıştı daha. Sen doyup
kalktmıştın masadan; ama ben daha yeni başlamıştım.
Sen
masadan kalkıp gittikten sonraydı sancılı günlerimin başı. Sen gider gitmez
özlem, saç diplerimden çekiştirip beynimi acıtmaya başladı. İştahım kapanmıştı.
Ömrü saatlere sıkışmış bir kelebek telaşıyla o hüzünden bu hayale konup
kalkıyordum gün boyu nedensiz. Mevsimine kapıldığım adamın bahçesinde
açabilecek bir çiçek olmadığımı anlamanın acısı içindeydim. Işığına daldığımda
gözlerimden kayıp giden yıldızımdın sen.
Dalgalarımın
kayalara çarpa çarpa paramparça olmasını istemediğimden küstüm sahillere. Hiç
kimse yelken açamadı senden sonra, bendeki o sonsuz maviliğe. Zamanda kaybolmuş
iki yüreği bir araya getirme çabasıydı benimki. İkimize de mutluluk getirmek
çabasıydı yani. “Hadi yık karanlığımı!” demek geliyordu içimden; ama ortalarda
senden eser yoktu. Bitmeyen masalımdın sen benim. Sen hangi denizin
kıyısındaysan, hangi göğün altındaysan cennetim sayıyordum orayı ben. Yüreğimde
böylesi ihtişamlı bir tahtta taşırken ben seni, reddederek başka başka
kalplerin her an kalkıp gitmeye hazır huzursuz konuğu yaptın beni.
Oysa
sana dair hayallerim ne kadar da güzeldi. Bir tutsaydın elimi aşka
çağırırcasına. Soluklayıp yüzyıllık özlemleri, saniyelerin sonsuzluğunda eritseydik
beraberce çaresizliği. Tüm özlemlere inat, altını çizdiğimiz bir sürü süslü
tümcenin satır aralarında kalmış nice yolda kavuşsaydı birbirine gözlerimiz.
Bir sonbahar akşamında, gönül kuşlarımın göçüne engel olacak kadar ısıtsaydı
yüreklerimizi sevgin. Ardında puslu gülüşler bırakıp gelmeseydi yolların bana.
Elden düşme bir sevda değildi benim istediğim. Ya yüreğinin sahibi olmalıydım
ya da hiçbir şeyin! Sen seçimini yaptın. Her şeyim olanın hiçbir şeyi olmuştum
yine.
Hayata
dair hiçbir mutluluğu koyamamışken hatıralarımın arasına, hep ve daima
hüzünleri konuk etmişken soframa bu son şaşırtmamıştı beni. Nasılsa
karamsarlığın sofrasına bağdaş kurup oturan çaresiz misafiri hep ben oluyordum.
İnsanları kolayca buyur ettiğim hayatımda, kimsenin kötü olmadığına dair
inancım getiriyordu beni sürekli bu sofraya. Tek bacağı kırık bir iskemle gibiydim
artık. Hayatım hayal kırıklıklarıyla dekore edilmiş durumdaydı. Yani sandığından
daha çok yaraladı arkanı dönüp gidişin. Kim bilir nerdesin, kiminlesin. Tüm
bunlar bir parçacık bile olsa umurunda olsa yanımda olurdun zaten. Bu nedenle
bir yaprak daha düşüyor hayat ağacımdan çaresizce. Ve korkarım daha ömrümün
sonbaharına gelmeden yapraksız kalacak bu ağaç…
Sonunda
bir parça da olsa sıyrılıyor sevdanın sahteliğine takılıp kalmışlıktan. Bir de
bakıyor ki aslında içinde yaşadığımız bu dünya sahte, insanlar, ilişkiler
sahte. Şimdi de sıra takılı kaldığı sahteliklerde. Bir bıraksa kendini duygular
aklın rehberliğine, daha az yara alacak hayattan; ama daha öğrenemedi. Bakalım
daha neler yaşayacağız…
İnsanlar,
yüreklerinin kuytularına hapsettikleri güzel duyguları ayyuka çıkaran güzel
insanları arar hayat boyu. Bir süre sonra da bulamamış olmanın bencil
pelerinine bürünüp bir “hokus pokus” yaparak geçiverirler kötülerin alemine. Ve
bir zamanlar altında bin bir ızdırapla ezildiği, nefretiyle yüklü olduğu
kötülüğün mucidi oluverirler bir anda. Gel gör sen ondan sonra olanları….
Sahtekâr
dünyanın kendisi gibi insanları ve insanları gibi tavırları sarıverir dört bir
yanı. Herkeste çeşit çeşit kişilik! Her ilk kimlik kesin sahte. Ve her gizlenen
kimlikle tanışma anında daha da çok yaralanan ilişkiler.
Konu
aslında tamamen “had” meselesi. Haddini bilmeyenlerin, hem parasını hem de mevkisini
bu hadsizlikleriyle kazananlarının dünyası bu. Artık her sözde mecaz var,
imalarla saklanmış gizli laf sokmalar egemen ikili konuşmalarda. Dilden
çıkanlar, duyulduğu halini değil, işaret ettiğini anlatır durumda. Kimsede
sözünü tartmak yok. Ağzına geldiği gibi sarf ediyor sözcükleri, tümceleri.
Güvensizlik, sahtelik ve yalan yüklü ilişkilerle örülü yapay bir dünya bu
yaşadığımız.
Hayattan
yitirdiklerimize duyduğumuz acılar belki de tek gerçeği bu dünyanın. Burada da
sorular ardımı bırakmıyor. Ölüm acısı mı daha çok acıtır yoksa kaçanın ardından
üzülmek mi daha zor mesela? Ya da ölü olmak mı daha iyi, kaçak olmak mı yoksa?
Ölünce
tamamen gitmiştir giden. Dönüp dönmeyeceğine, başına bir şey gelip
gelmeyeceğine dair hiçbir belirsizlik yoktur. Ne zaman gidersen git, hep aynı
yerde seni beklemektedir. Ölüde her şey kesindir. Ve kesin olan da iyidir.
Peki
ya kaçak? Kaçakta belli hiçbir şey yoktur. Yeri, dönüp dönmeyeceği, başına
neyin ne zaman geleceği hiç bilinmez. Bilinmez yara açar yüreklerde. Taşınması
daha zordur. Acısı asla azalmaz. Yaraya tuz basmak ya da sürekli bir yaranın
kabuğunu koparmak gibidir. Belirsiz sevilmez asla.
Ölünün
acısına zamanla alışılır da kaçağın belirsizliği fena yorar adamı. Yavaş yavaş,
içten içe tüketir, eritir, bitirir.
Ölüye
“Neden ölüm?” diye sorulmaz; ama kaçağın nedeni daima merak edilir. Ve merak
giderilmediği sürece insana bol bol huzursuzluk verir.
Böyle
bir hayatta da ancak kötü hatıralar bırakılır miras diye yarınlara. İnsanı
saran kasvet mikrobu hızla koyulur işe, karanlığa boyar tüm umutları. Hep ekşi
sabahlara açtığımız gözlerimiz bir süre sonra göremez oluyor güzellikleri ve
“güzel” denen silinir yeryüzünden. Oysa bir istense ne de güzel olur hayat!
Kaçaklardan,
ölülerden söz ederken, hayatın sahteleştiğini tam fark etti derken yine
tutunmak için aşkı seçti yüreğim ve bir yıkım daha yaşadı. Üstelik bu yıkım
diğerlerinden öyle farklıydı ki beni bile korkuttu. Çünkü ölümü soktu aklına.
Ölüm tükeniş demektir. Bu yıkılış tükenişin son durağı olmaz umarım. Sözcüklerin
ışığında size şimdi de bu yıkılışının resmini çizecek, iyi izleyin…
Uzayan
yollara takılan gözlerimden sancı yüklü gözyaşlarım süzülmekte. Çaresizce
gözyaşlarıma ev sahipliği yapan umursamaz bir tavır hâkim. Burnum sürekli
akmaktan rahatsız değil; ama mendillerle arasında çok çetin bir savaş var.
Cıvıldayan yüreğimin diline prangalar vurulmuş gibi. Dudaklarımda cam
kırıkları, ağzımda yanık bir sevdanın tadı var. Omuzlarıma çökmüş, kalkmak
bilmez bir yük gibi yalnızlık. Üzerime sinmiş, ağır bir koku gibi ayrılık.
Canımda derin bir yara, büyük bir acı sensizlik. Aynadaki acınası surat bana mı
ait, bilmiyorum. Bu, yara bere içindeki fukara eller benim mi yani? Nasıl da
birden paramparça oldu hayatım? Gözlerimin önünde un ufak edilen hayatımı,
heyecanlı bir gerilim filmi izlermişçesine izlemekle yetindim sadece. Patlamış
mısır yerine uzayan tırnaklarımı yedim. Usumun uslanmayan yerinde ağlayan bir
kız çocuğunun dinmek bilmez hıçkırıkları yankılanıyor her gece rüyalarımda –
kâbuslarımda- nicedir. Rüyalarımın kâbuslara dönüştüğü anlarda, bir çift el
gibi boğazıma yapışıyor o çaresiz kız çocuğunun ertelenmiş hayalleri.
Ne
zaman biter bu yolculuk ve ben ne zaman, nereye giderim toprak damıma hiç
bilemiyorum. Ama kapımda adımın nasıl yazılacağını biliyorum; “Özgü Tuğra /
1979 / Ruhuna El Fatiha”
Sancılı
yolculuğumun sayısız duraklarında defalarca ve defalarca hırpalandım, sayısız
yaralar aldım ve hiçbiri asla kapanmadı. Ne zaman kabuk tutar gibi olsalar, o
kabuğu koparacak biri ya da birileri mutlaka girdi hayatıma. Sonra da
kayboldular geldikleri gibi.
Yalnızlığımın
tatsız tuzsuz akşamlarında biçare düşüncelere dalıp kaçan uykumun yeniden beni
ziyarete gelmesini umut ederken sabahları kucakladım hep, yorgun ve bitkin bir
halde. Karanlıkları uyanık, aydınlıkları uyurgezer yaşadım. Şimdi yaşlanmış
gözlerle, gözümde yaşlarla yaşıyorum, yaşlanıyorum. Yaşayarak ölüyorum ya da
aslında öle öle yaşıyorum.
Üzerime
çöken, iliklerimi donduran bu soğuk, hayata veda edişimin işareti midir? Hazır
mıyım buna ben? Kedime mamasını kim verecek yokluğumda? E peki kim girecek
derslerime, kime emanet edeceğim öğrencilerimi? Ölmeye gerçekten hazır mıyım?
Her başım sıkıştığında medet umduğum ölümden nasıl da korkuyormuşum meğer.
Hayat tatlı ne de olsa. Yetmişinde dedem bile yetmiş birini görmek ister.
Torununu görse, onun çocuğunu da görmek ister. Bu günü tüketen herkes, yarını
meraka koyulur. Peki, ben buna hazır mıyım?
Etraf
kapkaranlık, ağır bir küf kokusu sarmış dört bir yanı. Gözlerimde hissettiğim
yanma, sanki içine cam parçaları batmışçasına rahatsız edişi ve acı dolu.
Saatler
olması gerekenden çok çok uzun; her dakika, bir saat gibi ve her saat, bir gün
gibi. Acemi bir kemancıdan çıkan cırtlak bir keman sesi gibi “gıy gıy” bir
yelkovanla üşengeç bir akrebin elinde zaman. Ve ben, zamana asılan bir çengel
gibiyim. Dibindeyim dünyanın, dizlerim titriyor, taşıyamıyorum bu yükü.
Ellerimden kayıp giderse dünya, acaba en çok kime zararı dokunur?
Başımı
adeta çatlatan ağrı geçse belki önümdeki puslu dünya silinecek ve daha aydınlık
görünecek dört bir yan. Sis perdesi kalkacak, ışıl ışıl bir dünya göreceğim
belki de. Ama faydasız bir uğraş olacak. Bu gözler cenneti görse nafile, gönül
gözüm hançerle oyulmuş olduktan sonra.
Mosmor
torbalar arasında küçülüp yok olmuş gözlerimde de derman tükenmekte. Beni artık
tamamen terk ettiğinden emin olduğum o şen şakrak kahkahalarımdan da ayrıyım
zaten. Bedenim daha da soğumaya başladı. Galiba ben… Soluğum kesiliyor, neler
oluyor? Hey biri bana yardım etsin! Hey! Bana bir şeyler oluyor diyorum. Ben,
ben…
İşte
inanılmaz derecede uzun bir süre komaya girmeden önce yüreği son sözleri
bunlardı. Sonra epeyce süre sessizliğe boğuldu. Kendini yitirdi sandığım
noktada da yeniden canlandı yüreğindeki filizler. Ben akıllandı sanmıştım; ama
o yine aşık olmuş. Sonuç mu? Alın size bir harabe sevda öyküsü daha…
İşte
yine sensiz bir gece! İşte yine sensiz bir ben! Yokluğun kol geziyor
sokaklarımda…
En
büyük deliliğim, nerdesin?
Yarın
sabah yine sensizlik dolu bu şehre “GÜNAYDIN” diyecek gözlerim. Sensizliğimde
ben, seni beklemenin nöbetindeyim. Bu şehrin sokaklarında seni arıyorum
durmadan. Her ayrılık vakti hazan mevsimimdeyim…
Yine
yokluğuna teslimim… Ayrı olsak da biriz biz. Kalp atışlarımız bile ayı ritimde…
Sen öyle bendesin ve ben öyle sendeyim ki… -kendimi kandırıyorum yine- Bu gece
istediğin saatte arala rüyalarımın kapısını. Hayallerinden bir yol inşa et
rüyalarıma, bir tek sana varsın ucu. Ama nerde?
Boş
kuruntular yüklü soluduğum havada… Dışarıdan sızan izinsiz ışık kırıntıları
alay ediyor yalnızlığımla… Senin olmayışının resmini çiziyorlar duvara.
Beni
boş bir kutu farz et ve içimi sevginle donat! Bir tek sana çıksın yollarım. Bir
tek sen sarıl boynuma. Bir tek senin varlığınla diniyor çünkü içimdeki fırtına…
Yoksun,
yüreğim hüzün işgalinde… Serseri âşıklar gibi gökyüzünde dans ederken
yıldızlar; ben yokluğunun karanlığıyla dolu bir gecede sana saklıyorum
yaşanmamış her bir an’ımı…
Sözlerim
yine havada kalıyor. Boşlukta yankılanıp, çıkmaz sokaklara çarparak bana geri
dönüyorlar. Yine içleri bomboş. Yine sadece bana aitler. Çünkü sen de yoksun
artık. Her sevdam gibi gidenlere karıştın. Bilmem ki ne desem, kime desem,
nasıl desem…
Hayal
kırıklıklarıyla örülü bir hayatın, kıldan ince yollarında, sırtımda ağırlığımın
binlerce katı bir yükle yol almaya çalışıyorum artık. Sanki ben her adım
atışımda yol birkaç adım uzuyor gibi. Onun içindir ki sanki yirmi küsur yıldır
ben öylece durmuşum, akreple yelkovan yol almış sadece.
Hep
daha iyiye, daha güzele çevirmişim yüzümü. Oyuncakçının vitrinine bakan; ama
asla o oyuncaklardan birine sahip olamayan buruk bir çocuk yüzüyüm şimdi.
Nereye çevirsem kafamı, o yönde dünyanın renkleri soluyor sanki. Sevinmeyi
denesem yanlışlıkla, ağzımda cam kırıkları. Yüreğim, dilim kan içinde.
Umuda
giden tüm yollar tutulmuş. Her bir fikrim didik didik aranıyor. Belli saatlerde
dilime gelme yasağı altında sözcükler… Tümcelerim devrik, gözlerim buğulu,
dilim ağzım yara içinde.
Hangi
ağacın gövdesine yaslanıp gölgesinde dinlenmek istesem dalları kuruyor bir
çırpıda. Yanmışlığımı ne zaman dindirmek istesem, şöyle kana kana ne zaman su
içmek istesem güldür güldür akan dereler kuruyor her nasılsa. Ne zaman
cıvıldaşan kuşlar korosuna takılsa kulağım, tümü birden susuveriyor acımasızca.
Yollarım yolsuz, günlerim ışıksız, usum uslanmaz, kaderim öyle bir yazılmış ki
yaşanmaz sanki.
Ağırlaşan
gözkapaklarım ne kadar çok acıyı perdelemişler meğer. Onların gücü tükendikçe
daha çok acıya şahit oluyor yüreğim. Dayanamıyorum…
“Artık
‘aklıma’ uyacağım. Yüreğim, sus ve otur bir kenara.” dediğim gün yaşadıklarıma
sizler de inanamayacaksınız. Geçmişin ve aşkın beni nasıl zorla yoldan
çıkarmaya çalıştıklarını anlatacağım sizlere, bana hak vereceksiniz.
Ne
kadar acı…
Kimseye
diyemediklerimi biriktirdiğim yüreğimin bahara yüz tutmuş pastel rengi bir
gününde eskilerden bir adamla bir kadın gibi konuştuk.
Siyah
beyaz bir filmi yeniden oynuyorduk sanki. “Nayır, Nolamaz” modunda sahte bir
sevdanın sahte sancısını çekiyorduk karşılıklı.
Sevmek
istediğim gibi sevemediğim bir sendi bendeki. Beni soracak olursan, yerimi
bilmiyordum. Yitirilmişliğinde zamanın ve usumun uslanmayan yerlerinde hayalini
kovalıyordum durmadan. Derken kanlı canlı seni görünce şapşallaştım. Sen değil
miydin saatlere sığmayan, asırlar boyu özlemini çektiğim. Sen değil miydin
ellerini düşündüğümde tenimi gıdıklayan, gözlerini düşündüğümde içimi ısıtan,
sözleriyle beni uzak diyarlara taşıyan? Ne oldu da durdu zaman? Ne oldu da
soldu duygular?
Sahile
vuran yorgun dalgaların köpükleriyle sahildeki çakıl taşlarına tutunduğu gibi
tutunduğum hayalin nerede şimdi? Nerede saatlerce dertleştiğim, kendimi
anlattığım, gözlerinde huzur bulduğum o adam?
Dalgalı
hayatımın en sert fırtınasının yaşandığı o günde yüreğimin dinlendiği köhne
teknenin başına oturmuşum, dizlerimi karnıma çekmişim çaresizce. Tüm
hayallerimin, güzel anılarımın boğuluşunu izliyorum öylece. Elimden hiçbir şey
gelmiyor. Eğer boğulmazlarsa da sayısını sayamadığım akbabalarca kemiriliyor
ümitlerim.
Çaresizliğimin
boyumu aştığı bu günlerde aynalarda bile ufalıyor yüzümün aksi. Ellerim
çarpıklaşıyor, dilim dönmez hale geliyor ağzımın içinde. Dilim damağım kuruyor.
Ne yesem ağzımda cam kırıkları. Nereye baksam sisler içinde. Gözlerim, dilim,
boğazım, ellerim kan içinde. Buram buram yalnızlık kokuyor üzerimdekiler.
Yanlış
insanlara bağladığım düşlerimden ve yürekli ümitlerimden bir harabe kaldı
geriye… Ne bana yeter, ne de dünyaya benden kalanlar. Çoktan suyu sıkılıp
içilmiş bir meyvenin posası gibiyim. Bende işe yarar hiçbir şey kalmadı. Ben
dünyaya ağır geliyorum, taşıyamıyor bu silik varlığımı. Yolcu yolunda gerekmiş.
Ve tabi erken kalkan yol alırmış. İsteklerine geç kalan bir hayatın erkenci
yolcusuyum. Bir ömür tüketip bir arpa boyu yol alamayan bir hayat acemisiyim.
Tükenmişliğim etrafımı öyle bir sarmış ki artık önümü göremiyorum. Kör birinin
el alışkanlığı ya da alışılmış bir ortamın kararmış olmasındaki tecrübeyle el
yordamıyla bulacağım yolumu. Gerekirse vura kıra, gerekirse düşe kalka. En
azından biliyorum nereye gideceğimi…
Hayallerim
bana gelmiyorsa ben onlara giderim!
Artık
sana yer yok yüreğimin hiçbir ücra köşesinde. Giderken götürdüklerinden
fazlasını yitirdi yüreğim. Akıllandım artık, arkama dönüp de yeniden kendimi
tüketmeyeceğim…
Unutulmuş
bir köşesinde hayatın, hiç gelmeyecek bir umut taksisi bekliyordum bardaktan
boşanırcasına yanaklarımdan süzülen hayallerimin gölgesinde. “Olması gereken”i
bekliyordum ömürlerdir. Hiç açmamış çiçeklere bağlamıştım gökkuşağı
bekleyişimi. Bitmeyen yollara nöbete dikmiştim yüreğimin kervansaraylarını.
Doğru bildiğimden şaşmadan yaşadığım hayatımın temel taşlarındaki ufalanmalara
takılı kaldı aklım.
Doğru
bildiğimden şaşmak mı, baldıran zehrini içmek mi? Sorun, değerlerimin gerçek
pahasının ne olduğundaydı aslında. Aklım, karmaşanın meydanındaydı. Güreşiyordu
zihnimde olmakla olmamak!
Aklım
bile şaşırmışken bu sorulara sanırım sizler de “hoppala” modundasınızdır. Ne
diyelim, bir musibet bin nasihatten iyidir. Gerçi musibetler bini çoktan geçti;
ama neyse, zararın neresinden dönersen kârdır. Tabi gerçekten dönebildiysen…
Güne
inat karanlıklarını kuşanmıştı yüreğim. Zamanın eli sıkıyordu boğazımı. Biter
dediğim yollar bitmiyordu bir türlü. Kan çanağı gözlerim ufka dikilmişti. Tadım
tuzum tükenmişti. Uslanmayan usumda haylaz çocuklar gibi koşuşturuyordu
fikirler. Kendini bilmez ruhum direniyordu hayata. Yine de dik durmaya
çalışıyor, yıkılmıyordu bedenim. Terk edilmiş çaresiz bir ev kedisi gibiydim
yağan yağmur altında. Islanıyordum iliklerime kadar. Zihnimi bir türlü
boşaltamıyordum. Yanlış olan ben miydim, yoksa dünyanın diğer insanları mıydı?
Yalanla örülü dünyanın yalnızıydım. Elimden alınanlara isyanım bitmiyordu. Önce
benliğimi aldılar elimden, sonra insanlara olan güvenimi, kendime saygımı ve son
olarak da yaşama sevincimi…
Kızgınlığım
bitecek gibi değildi. Artık üzülmeyeceğime olan inancım giderek artıyordu. Sanırım
sevda arayışım son bulmuştu. Yine dönüp dolaşıp zamanla bozmuştum kafayı.
Zamanla kavgam bitmiyordu bir türlü. Çünkü anlamlı bir ulaşmıyordu tartışma.
Tüketmek tek amacıysa zamanın, yaradan ne diye var olmanın mucizesi diye
yüceleştiriliyordu?
Zamanın
soğuk eli akreple yelkovan, aynı vurdumduymazlıkla işliyordu saatin koynunda.
Tükenmesi için dua ettiğim günler geçmiyordu. Değerlerini yitirenler arasında
yaşamaya çalıştığım hayatım sürekli parçalı bulutluydu. İnsanlar yalancı,
insanlar sahtekâr, insanlar ikiyüzlü… Negatife odaklanmıştı bir dolu insan
ilişkisi. Vıcık vıcıktı sohbetler. Düşene atılan tekmeler ve yerde kalanın
diğerlerini de düşürme çabası hiç bitmiyordu. Yitirilen iş, aşk, dost ahlakı
gözümü korkutuyordu. Her yerde ria, her yerde çıkar, her yerde yalan hâkimdi. .
İnsanların üzerlerine sinen sahtekârlığın mide bulandıran kokusu dayanılır gibi
değildi. Üzerime yürüyen kaba saba günler, üstelik dipsiz bucaksız ilişkiler
taşıyordu.
İnsan
sıcaklığına hasret kalmış buzul yüreğimi sevdayla dinlendirmek istiyordum
geceleri. Dürüst olduğum için suçlandığım bir dünyaya sıkışıp kalmıştım.
Yalancı padişahlara uşaklık eden şikâyet sever dalkavuklar arasında
sıkıştırılmış, üstü örtülmeye çalışılmış biriydim ben. İşini angarya olarak
gören, emredilirse yapan, yoksa kılını bile kımıldatmayan tembel ve kaygısız
insanlarla aynı havayı soluyor, aynı maaşa ve daha zor koşullara layık
görülüyordum. Hayatı zorluyordum; ama hiçbir yere varamıyordum. Hep ve daima
belirsizlik vardı. çok ama çok yorulmuştum.
Yürekler
dolusu sadakatsizlik ve hıyanet taşıyordu hayatlardan. Kimsede tahammül yoktu.
Herkes post davasında unutmuştu dostunu. Yollarda yitirilenler unutulmuştu,
uğrunda ölecek hiçbir davası olmadan tükenmişti anlamsızca hayatlar. Hayatın
kıskacında manidar kalmıştı sorulamayan sorular.
Yüreğimin
sofrasına bağdaş kurup oturanların hiçbirinde içimi ısıtacak kadar samimiyet
yoktu. Her şey yalana boyanmıştı. Dürüstlük, tesirsiz bir ağrı kesici gibi
unutulmuştu bir köşede ve son kullanma tarihi ise geçmek üzereydi.
Baktım
ki olacak gibi değil. Gündelik ilişkilerin yaralarıyla canımı acıtmak yerine
yeniden sevdaya döndüm yüreğimi. Belki daha son umutlar tükenmemiştir bazı
yüreklerde sevginin dünyayı düzelteceğine dair. Ve belki de o yürek kavuşur
benimkiyle bir yerde.
Bu
düşünceler içinde karşıma çıkan bu adam diğerlerinden farklıydı. Güven
veriyordu yüreğime. Teslim ettiğimde yüreğimi yaralanmaktan korkmuyordum, bir
yerden yüreğime çalınan cesaretle koşaradım yürüdüm aşka. İlk defa
yaralanışımın nedeni başkaydı. İlk defa terk edilmeyecektim. Çünkü ilk defa
imkânsıza toslamıştım ve başlamadan bir aşkı katledecektim.
Tam
kendimi kaptırmışken sonuna kadar aşka, ellerimden kayıp giden sevdalar gibi
kaydı gökyüzünden yıldızlar tek tek. Aysız gecem, yıldızsızlaşınca daha da
karanlık oldu. Sen tek ışığımdın yolumu bulmak için. Mucizemdin sen; ama adını
bile düşünmek hayal gibiydi. Öylesi yasaktın ki sen bana, mayınlı bir tarlada
açan tek papatya sen olsan da gelmeliydim sana üç günlük ömrü olan kelebek
kanatlarımla. Denememek kadar acıtamazdı canımı ölüm. Ne vardı sanki öylesine
bağdaş kurup otursaydın gönül soframa. Sana sunduğum sevdamı katık edip
içseydin aşkımın şarabıyla.
Ama
yine olmadı işte. Yaradanın hatası olan ömrüm, yine karanlıklara gebe. Kalp
kırıklıkları ve sancılara devam yine son gaz. Sana dair söyleyecek ne çok sözüm
vardı oysa. Ama hepsi yarım kaldı. Kısacık aşkımızın uzun süren vedası, acılara
gebe yüreğimin doğum sancıları gibiydi. İçimde, can çekişişlerini duyuyordum.
Sen gidince yalnız kalmaktan değil de başlayamayan sevda deneyimimizdendi
üzüntüm. Nicedir yalnızdım zaten. Her gece yalnızlığımı kapalı gişe oynuyordum
hayatın perdesiz sahnesinde. İmkânsızlığının haberini aldığım andan beri ölüyüm
sanki. Kara kaplı, kalın defterlere çalakalem karalanmış idam kararımdı
yokluğun. Sen yargıçtın, ben cellât oldum, aşksa mahkûm. Hiç düşünmedim, sen
kalemi kırar kırmaz ben de ipini çektim darağacımın. Sonra kendi cesedimi
yaktım ve rüzgâra bıraktım küllerimi. Yokluğun avuçlarımda keskin ve sivri bir
cam parçası gibiydi. Sıktıkça kanıyordu avuçlarım. Sıktıkça acıyordu canım. Tüm
yaşanamayanlara rağmen bir tek şeye yanıyordu yüreğim; “Ben seni geç bulup
erken kaybetmiştim.” Sahtekâr birkaç saniye ile kendimi avutuyordum. İsyanım
yalnızlığıma değil sensizliğimeydi. Acılara gebe dilsiz umudumun mutluluğa
adanmış sevdasıydın sen. Bitemezdin, bitmemeliydin; ama başlayamamıştın bile.
Şimdiyse kalbimin iyileşmeyen yarası, ELVEDAMSIN!
Bu
imkânsız aşk bana ders olur sanmıştım; ama yanılmışım. Yine kendimi derdin
içine atıp terk edilmenin acısına boğarak kendi kendimin canını acıtıyorum.
Meğer ne kötü alışkanlıkmış sevda…
Bir
umutla çıktığım yolculuğum tam bir fiyaskoyla sonuçlandı. Göğe kaldırdığım
ellerim kırıldı. Aşk sözleri fısıldadığım dudaklarım lâl oldu. Yüreğimde açan
bahar çiçekleri bir anda soldu. İçimde havalanan binlerce güvercin bir
fırtınaya tutulup kayboldu. Bomboş ellerim ve yara izlerimle kalakaldım öylece.
Gücü
hiç bir şeye yetmez sandığım yüreğim öyle bir şahlanmıştı ki aşkıyla, bu bir
bitiş değil adeta bir yıkılış oldu onun için. Tüm cesaretim kırıldı melek
kanatlarımla beraber. Alt üst olan hayatıma mı yanacağım yoksa apansız
yalnızlığıma mı biemedim. Tek kelamım “Sen!” diyen adam değildi sanki “Gitsen
de bir kalsan da bir.” diyen.
Bağlanan
kollarımın arasında can verdi sevdam zamansız bir kurşun yarasıyla. Bu aşkın
bitişine dair tek bir tümce geliyordu aklıma; “Giden değil kalandır asıl terk eden,
giden de bu yüzden gitmiştir zaten.”
Gitmemi
ister gibiydi son zamanlar. Hep öteledim, görmezden geldim. Ta ki ayrılık okunu
göğsüme saplayana dek. Bir daha asla bulamayacağım kadar derinlerde kaybettim
cesaretimi. Aşkın rehberliği sona erdi. Cehennemi birlikte göğüsleriz deyip
yalnız bıraktı beni. Şimdi dipsiz karanlıklarda yalnız başınaydım. Yokluğunun
boşluğunda sarhoş gibiyim artık. Çaresizliğin bile etkisiz kaldığı bir
tükenmişliğin koynundaydım artık her gece. Aptallığımla ve yalnızlığımla
sevişiyordum geceler boyu.. Herkese kinliydim. Hayattan nefret eder halde
yalnızlığımla baş başa tüketiyordum ömrümü. Bunları hak ettiğimi düşünmek ağır
geliyordu, kabullenemiyordum.
Korkuyordum
yarınımdan. Hayatında sadece bir macera olduğum adam için riske attığım
geleceğim sisler içindeydi. Nereye dönsem boşluktan ibaretti. Yalnızdım, hem de
yapayalnız. Sırtımı dayayacak kimsem yoktu.
Artık
tövbeliydim düş kurmaya. Düşten imkânsızı istediğim için bu denli yaralanmıştım.
Ama bu da yetmemişti beni uslandırmaya. Yeniden denedim aşkı ve yine
ellerimdeydi kan revan içindeki yüreğim…
Tek
farkı vardı bu kanlar içindeki yüreğin. Seviliyordu ilk defa gerçekten ve
dayanamamıştı sevilmenin hazzına. Kendini duvarlara çaldı, yerlere attı
sevincinden. Defalarca ucu sivri oklarla vurdu yüreğini, kendi kendini buna
inandırmak için. Sonunda seviliyordu ve bundan ilk defa gerçekten emindi. Yakında
evleniyordu. Şaşkındı. Yine de bu umutsuz öykülerin bitmeyeceğine olan inancı
yüzünden kaygılıydı. Sevdasına sımsıkı sarılmak istiyordu. Roller değişmişti
adeta. Artık o değil, sevdası ona sımsıkı sarılıyordu ve sıcaklığıyla buz tutan
yüreğinde sımsıcak iklimler başlatıyordu.
Etiketler: Çayyaş Edebiyat, Demet Yener
0 Yorum:
Yorum Gönder
Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]
<< Ana Sayfa