1 Eylül 2013 Pazar

AŞK YOLCULUĞU..!


Hayatın içinde tüm sancılara rağmen gülümseyen bir çocuk yüzü gibidir sevgi. Tek dileği ilgi ve sadakattir. Kolay değildir içi gülen o gözlerden yaşlar döktürmek. Çok özeldir o gülüşlere yeni gülüşler katan kahraman. Güneşin parlamaktan zevk aldığı günlere gebe bir gelecek hayali kurar. İnsanların tüm ikiyüzlülüğüne rağmen saflığın hayalini kurar. Elinde insanlara umut veren balonlar taşır. Ama iyilik adına sahip olduğu güç kadar kırılgandır o da. Yıkılışı acı vericidir. Ölü bir bedene üşüşen binlerce karıncanın kemirişlerini hissede hissede can çekişir bu sancıyla. Elleri bomboş, yüreği kan içindedir. İşte benim hayatım boyunca ağladı bu çocuk. Gözyaşları hiçbir zaman dinmedi. Güldüremediğim bu çocuk yüzü nedeniyle hiç dinmedi geceleri sancım. Kâbuslarım tükenmedi.
Rüyalar düne aittir ve hayaller de yarına. Ama hiç rüya görmedim ben. Hayal desen onu da kurmakla yetindim hep. Asla gerçekleştiremedim. O gülen çocuk yüzünü karanlıklara kapattım. Bol bol gözyaşı armağan ettim. Başka şeyler, çeşit çeşit güzellikler vermek isterdim, veremedim. Olmadı işte, ne yapayım? Şimdi bol bol çığlık biriktirdim yüreğimde. Sessiz feryatlarım bedenimde çınlıyor durmadan. Artık her damla gözyaşımda bir umudu toprağa veriyorum. Ve daha ardından yas tutmak için bile fırsat kalmadan bir diğerini yitiriyorum. Nasıl bir şeydi, neye benziyordu o gülen çocuk yüzü? Hatırlayamıyorum artık. Öyle çok geçti ki üzerinden. Tamamen bir sis perdesi ardında güzel günler. Özlemim çok büyük aşka karşı. Hep hak etmeyenlere harcadığım duygularımın katiliyim ben. Kendi ellerimle sundum bin bir emekle büyütüp yetiştirdiğim sevgimi o sevdasız kaçaklara. Ben üzerine titrerken, onlar elleriyle boğdular benim bebeğimi. Bile bile katil ruhlara adadığım için masum sevgilerimi, ben en büyük katiliyim tüm güzelliklerin. Bu nedenle de kendimi sonuna dek yalnızlığa mahkûm etmekteyim.
Elden ne gelir ki benim verdiğim mahkûmiyet pek işlemiyor yüreğime. Yine ve yeniden seviyor insanları. İşte sen de bu başkaldırışın içinde yüreğime giren ve talan edenlerdensin.
Zaman zaman aklıma esiyor hayaline dalıyorum. Ya da anılarımın sokaklarında ufak gezintilere çıkıyorum. Her kaldırımında infaza yatırılmış isyan çığlıklarım oluyor. Deste deste karamsarlık biriktirdiğimi fark ediyorum ve sanki onları ben biriktirmemişim gibi şaşırıyorum. “Ne zaman oldu bunlar bu kadar?” diye kendime soruyorum. Yüreğimin tüm kuşlarının havalandığı o uçsuz bucaksız sensizlik saatlerinde yaşama dair hayat mesaimi tüketiyorum. Maaş olarak da bol bol gözyaşı alıyorum. Öylesi çok zenginim ki umursamazca harcıyorum onları. Aynaya baktığımda karşımda dikilen gölge siluete –ki bu benim gölgemmiş- durmadan lanet yağdırıyorum. Avuçlarımda cam kırıkları, havada korkunç bir ağırlık ve yanı başımdaki yalnızlığımla adeta çırpınarak seni düşlüyorum, aramanı diliyorum defalarca. Asla ama asla aramayacağını bile bile kendime saniyede binlerce bıçak saplayarak bekliyorum. Aslında çaresizliğimin, elimden hiçbir şey gelmediğinin kanıtıdır bu bekleyiş.
Artık zamanlarda dönüp kendime şöyle bir baktım da ben, gün ışığına küsmüş çiçek gibiyim. Korkularımla, endişelerimle ve hayalinle konuşuyorum gecelerde saatler boyunca. Güneş, dünyaya kıydığı nikâhtan sıkılmış gibi ısıtmıyor artık doğru düzgün toprağı. Deniz, sahile dargındır ve alabildiğince geriye çekmiştir hırçın dalgalarını. Bense tüm çaresizliğimi geçirip üzerime, kapına geliyorum. O anda beni buyur mu edeceksin yoksa hiç tereddüt etmeden ve düşünmeden kovacak mısın diye yormadan zihnimi yollara vuruyorum kendimi. Ayaklarımda sana doğru bitmez yolculuğumdan kalma dermansızlığım, dizlerimde sonsuz heyecanımın titremesi ve yüreğimdeki dipsiz sancıya rağmen cesurca bakıyorum gözbebeklerine. Bir dudak büküşünle kâbusa dönecekken düşlerim, yüreğimi sana mecbur eden kelepçelerimi uzatıyorum sana. Ve tek bir gülüşüne feda edebilecekken ömrümü boşta kalıyor sana uzanan tutuklu sevdam. Yalvar yakar yüreğime aldırış etmeden alıyorum kapından umut bohçamı ve hayal dünyamı. Tüm yıkılmışlığımı da yüklenerek sonsuza dek çarpıp gidiyorum senin dünyanın kapılarını.
Şikâyet etmiyorum, ayrılmış olan yoldan kendi payıma düşen kısmı arşınlıyorum sessiz sedasız. Hayatın doludizgin sevinçle yaşandığı o raydaki trene her zamanki gibi sadece arkasından bakakalmak suretiyle yetişiyorum yine. Sevda denizine yelken açtığım gemilerim yine limansız kaldı unutuluş denizinde. Tek bir kez bile kürek çekecek halim kalmayıncaya kadar çabaladığım yolculuğumda okyanuslar içinde tek başıma olduğumu gördüm yine. Bu yolculuğuma tek şahit ve tek yol arkadaşı akbabalar oldu. Üşüştüler teknemin burnuna, son nefesimin dudaklarım aracılığıyla bedenimi terk edip havaya karışmasını bekliyorlar sulanan ağızlarıyla. “Başaramayacaksın!” diyen kötü niyetli hayat kaçkınları, elimde beyaz bayrakla yenilmişliğimi kabullendiğimi görmeyi bekliyorlar sabırsız bir “Yaşasın!” iştahıyla.
Kasıp kavuran zaman çölüne dönüşen ıssız ve dipsiz bucaksız okyanusumda kendimi anlatacak bir benzetme bulamadan yol alıyordum hâlâ. Karamsarlığın soğuk nefesi yorulmaksızın ensemde. Gözümün görebildiği yere kadar yalnızlık hâkim yollarıma. Hiç batmayan güneş, karanlığın korkunçluğundan koruyor diye bile sevinemiyorum; çünkü amansız sıcak beni an be an tüketiyor. Hiçbir bahane avutamıyor beni. “Hangi günahımın bedelini ödüyorum.” diye düşünmeyi bırakalı ömürler geçmiş gibi. Sorgulama gücüm gitgide zayıflıyor. Defalarca aynı yoldan geçip geçip fark etmiyorum, kayboldum. Bulamıyorum yolumu. Bir yolum var mıydı benim? Nereye gidiyorum? Ne olacak bana şimdi? Biri bana yardım etsin, ne olur? Tükeniyorum…
İşte senden bana kalanlar bunlar oldu zanlı sevdam.
Neden sonra kendime geldiğimde yine kendimle ve çaresizliğimle baş başaydım. Uslanmış olmalıydı yüreğim. Verdiğim sonsuz yalnızlık kararıma uymalıydı; ama olmadı, yine dinlemedi beni. Ve bir başka zanlıya olan aşkımın ardından ben yine o tek kişilik çaresizlik oyunumu oynuyordum hayat sahnesinde. Tek izleyicim ise “Ben sana dememiş miydim?” ifadesiyle bana bakan yalnızlıktı… Oyunun sahnelerinden parçalar sunmak isterim size de. Nasılsa siz de biliyorsunuz ki ben bir uslanmazım ve her yaramaz gibi hatalarımdan sonra cezalandırılmalıyım.
Geceyle günün, güneşle ayın kavgasının kızıştığı ve yazık ki sonsuz karanlığın kazandığı o huysuz saatlerde odamda duvarların adeta üzerime geldiğini hissetmeye başladım ve kendimi hiç düşünmeden zanlı sokaklara bıraktım. Sessizce süzüldüm yalnızlık dolu karanlık sokaklarda. Hava soğuktu; ama içimin acısı dışımı kavuruyordu. Soğuktan bihaber yürüdüm gece boyu. Kimlerin sokaklarını kullandığımı yürümek için ya da hangi evin kapısında dinlendiğimi bilmeden geceyi tükettim. Gökyüzü kızıla boyanmaya başlamıştı. Tüm o yalnız saatler boyu karanlık güçten düşmüş olmalıydı. Çünkü yerini yavaş yavaş aydınlığa bırakıyordu. Bense yurtsuz kalmış göçmenler gibi sahil kenarında bir bankta büzülmüş otururken buldum kendimi.
Üzerime sinmiş olan yanık kokusundan birden ben de tiksindim. İçimin sancısı hâlâ geçmemişti; ama artık soğuk iliklerime işleyecek kadar hissedilir olmuştu. O anda bir sağanak başlasa bile ruhumu söndüremezdi. Düşlerimde büyüttüğüm aşkı özlüyordum. Özlemi midemde kramp, başımda sancı, gözümde yaş, dilimde şarkı olmuştu.
Gözümün önüne çekilen sis perdesinde birdenbire bir “Geçmiş Kumpanyası” sahnelenmeye başladı. Tüm beceriksiz aşklarımı gördüm yeniden. Tüm saflığım ve sakarlığımla gayet inandırıcı bir oyunculuk sergiliyordum; ama hep hüsranla bitiyordu. Mutlu sonu bir türlü göremiyordum, ağlamaya başlamıştım. Gördüm ki hiçbir zaman kendimi kayırmamışım. Hep aşka inanmış, kendime kıymışım ve durum şu anda çok açık; parçalanmışım. Gelecek artık gelsin ya da gelmesin pek umurumda değil. Umutlarımı yüklediğim şahlanan atım en başta dörtnala koşuyordu; ama şu günlerde yerinden bile kalkamıyor sanırım.
Güneşin karamsarlıktan koyu sarı renge büründüğü bir gündü işte. Sadece kızıyor; ama ısıtmıyordu. Yeryüzüyle kavgalıydı ve sırtını dönmüştü sanki. Bense saatlerdir aynı bankta buz kesmiş durumdaydım. Artık gün boyu eskittiğim bu yerden ayrılmak istiyordum; ama bu mecali kendimde bulamıyordum. Her zamanki gibi en kolay olan şeyi yaptım: Hayal tutmaya başladım zihin okyanusumdan! Ama hangi hayal takılsa oltama hep bir yanı yaralı, yırtık! Sonunda elimde hiç yeni hayal olmadığını gördüğümde dehşete kapılmıştım. Düş dünyamı nasıl da tüketmişim meğer! Yine karamsarlık kodesine atıldım ve kendimi bilmez saatler boyu katıksız hapisler yattım…
İşte sizlerin de gördüğü gibi uslanmaz sevda arayışçısına bir bedel daha ödettim ben, bu adına aşk bile denmeyecek macerayla…
Derken zamana takıldı aklım bir süre. Sanki o sürekli koşarcasına tüketmese ömrümüzü daha rahat mı yaşayacaktık hayatımızı? Bu soruya takılı kaldığım zamanlardan birinde yine karmakarışık aklımın bir arka penceresini açayım size de görün o karışıklığı benimle aynı gözle.
Öyle hızlı geçiyor ki zaman, ona yetişmek mümkün olmuyor. Değil insanlar, değil hayat, zamanın temsilcisi akreple yelkovan bile onca çabaya rağmen zamanı yakalayamıyor. Hiç durmuyor, dinlenmiyor zaman, hep akıyor. Saatler dursa, insanlar ölse bile zaman hiç; ama hiç durmuyor, tükenmiyor. En acımasız cellâttan bile kalpsizdir zaman.
Zaman, daima akar ve daima kendini yaşatır insanoğluna. Bu zorunlu işleyiş içinde insan, kendi için yaşarken kendine, dünya için yaşarken de dünyaya sürekli bir şeyler katıyorsa eğer yaşadığına değiyor demektir. Aktif olmalıdır insan dediğin. Pasif olmak doğasına aykırıdır. –sanırım burada aşktan vazgeçmeyişimi akli bir nedene dayandırmaya çalışıyorum- Doğayı bile ehlileştirmiş; ama zamanla başa çıkamamıştır yazık ki. İnsan, dünyaya eklediği kadar yaşar. İster incir çekirdeği kadar, isterse dünyalar kadar olsun bir şeyler eklemelidir tükettiğine. –o nedenle sürekli sevgiyi kazandırmaya çalışıyorum zamana, beceremiyorum- Çünkü ekleyerek yaşamayı bir kere öğrenirse insan dediğin, o zaman artık tüketmiyor sayılır. Zamanı yenemese de yaşadığı dünyaya bir iz bırakır.
Akıllıca fikirler üretebiliyorum belki hâlâ; ama bakın nasılda bir çırpıda giriveriyorum yine zaman kaygısı derken aşkın içine. Ve sevdanın yolu oluveriyor önümde zamanın yolu. Şimdi yine trajedi ve dram bir arada. Sevip sevip de bir türlü sevilmeyen “ben” ise başrolde….
…Zamana yenik düşmüş kırık dökük yüreğimle ben, tüm ümitsizliklerime rağmen bütün riskleri göze alarak gönüllü oluyorum aşka! Ama yine de yetmiyor gücüm yüreksizlerin sevda katliamına direnmeye. Gözlerimin önünde binlerce sevgiyi katlediyorlar. Bense elim kolum bağlı izliyorum bu vahşeti ve gözlerimdeki yaşları bile silemiyorum dermansızlığımdan. Tüm yürekler siyaha boyanmış, tüm gözlerde şüphe kol geziyor. Yürekler özgür bırakılmıyor ki şöyle bir sonsuz sevebilsin. Yürekleri kocaman bir kelepçeyle sıkıştırmış sevda kaçkınları. Ne nefes alabiliyor sevdalar ne de bir iki mutluluk balonu uçurabiliyor yüreğinde sevda taşımaya çalışanlar. Dolu dolu yaşanıp, aldatma ve riyalarla kirletilmeden dostça bitebilseydi tüm sevgiler, kırık kalpler topluluğu olmazdı belki de.
Nereye gidiyorsun ey ömrüm? Sana bile dinletemiyorum sözümü. –sanki sevgili yüreğimin kendisi söz dinliyormuş gibi kafa tutuyor söz dinlemeyenlere- Yenilmişliklerle dolup taşan ömrümde bir tek nazarlık takamadım sevgiyle biten. Bu yüzden bitmiyor mutsuzluk üşümelerim. Yalnızlık yağmurlarında daima sırılsıklam haldeyim ne yazık ki… Yazık ki sessizlik hâkim tüm zamanlarıma. Bir başka şey koyamıyorum ömrüme ben. Daima yalnız ve daima bir başıma! Yüreğimin en kuytu köşelerine tıktığım ve üzerine rastgele şeyler atarak gizlediğim sevilmek özlemim zaman zaman bastırılamaz hale geliyor. –bence her zaman; ama neyse- İşte bu zamanlarda tutamıyorum kendimi. Yanaklarım gözyaşı bombardımanı altında kalıyor. Ağlamayacağım diyorum; ama dinletemiyorum. Yanlış üzerine yanlış, hata üzerine hata yapıyorum. Kendime çok; ama çok kızıyorum. –en azından gözü açılmaya başlamış yüreğimin diyebilir miyim- Usumun derinliklerinde sancılar yatıyor pusuda. Yanlışlıkla hatırıma getirsem seni, diriliveriyorlar örümcek ağı bağlamış mezarlarından. Dirilip zihnime saldırıyorlar, akıllıca kararlar vermeme engel oluyorlar, beni esir alıyorlar. –uzun sürmedi yine. suçu yine başkalarına atmaya başladı- Buralardan çekip gidesim geliyor. Geliyor da ne fayda? Bavulumda sensizlik, yamacımda yalnızlık ve üzerimde umutsuzlukla dünyayı gezsem bir şey değişir mi? Anlamak mümkün olmuyor bir türlü. Adeta bir şaka tüm bu olanlar. Hayatım bir sirk sahnesi gibi. Hiçbir şey benim kontrolümde değil. Her şey bensiz yaşanmaya öyle alışmış ki sanki yavaş yavaş siliniyorum yeryüzünden. Bu sonumu ben hazırlamadım. Başımda binlerce saçma fikir ve avucumda sensizlikle ben, ağlamaya bile güç bulamaz bir haldeyim. Hasretin sırat köprüsünde yalnızlıklar içindeyim. Yanaklarımda son öpüşünün yetim hatırası, avuçlarımda parmak izlerin, yüreğimde sevgin ve bende senle birlikte gittiğin günden beri ite kaka yaşıyorum hayatı. Kırık aynalardan yansıyan parçalanmış aşkıma uzaktan bakıyorum. Seni ve sevgini özlüyorum…
Sonunda sana varacaksam her yol cennetti bana. Elime batan diken olsan razıydım can acısına, yeter ki dokunabilecek kadar yakınımda olsaydın. Sen de sevseydin beni. Ama sadece sevseydin. Başka hiçbir beklentim yoktu senden yana. Ekmeğim, suyum olsaydın, sesim olsaydın razıydım. Olamadın…
Görülen o ki aslında şahıslar önemsizleşti bir süre sonra. Sadece sevgiydi, sevilmekti aradığım; ama olmadı. Çünkü değişen jönlere rağmen arayışlarım da yaralarım da hep aynı.
Derken yaşamakla ölüm arasındaki karşıtlığın tam ortasında kaldığım zamanlar tükettim. Çünkü sadece sevgisizlik değildi canımı acıtan, yalnızlığı da sevmiyordum ben. Ve çıkar ilişkilerinin hayatıma biriktirdiği sahte kişilere asla tahammül edemiyordum. Tabi yine ille de aşkı arıyordum. Yine bir yanlışa çarpmıştım ve ağır yaralı halimle tüm bunları acemi bir polis gibi tecrübesizce sorguluyordum. Yalnızlık, sahtekârlık, aşk… “Gidişlerse çare olan en görkemli gidişi ben yapmalıyım.” diye düşündüğüm çok çaresiz anlarım oldu. Şimdi size de bir parçasını göstereceğim içimdeki gitme hevesimin…
…Gitmek itirazdır bu dünyaya! Geceleri, ahşap belleklerde itina ile beslenen bir hüzün sarar. Anılarında çat kapı gezintiler yaparsın yalnızlığın sofrasına bağdaş kurmadan evvel. Bilenin söz söylerken korku duyması gibi bir şeydir sonsuz sessizlik. Dikenleşir birden bire batmış hüzünlü anılar. Ve sürer gider böyle kararmış günleri kapatan ürperik geceler.
Renklerin kiraya verildiği mevsimler yaşanır. Tıpkı zaman’ı an’a asar gibi tek tek asılır en güzel hayaller. Ruhu rüzgâr alan yaralı bir gül gibi yaprak dökmeye başlarsın. Bahar için bunca sözü dal yapan toprağın yerini sorgularsın. Derinlerde yankılanan sesine cevap bulamazsın. “Toprağım” dediğin senden çok uzak diyarlara varmıştır bile.
Yağan yağmura bakarsın. Bu yağan yağmurdan bir yağmur önce kollarında olduğunu anımsar ve kanatırsın yaranı düşüncesizce. O halde şimdi yağan o yağmur, gök kubbenin küfrüdür size. Zaman sessizce sonsuzluğunu giyinir. Saniyeler hızla eskitilip atılır. Bitimsiz yolların kavşağındayken kendi kendine mırıldanırsın: “Büyüyorsun dediler bana, külliyen yalan! Yüzümde ıkınan çocuk zamanmış meğer…” Ne güzel söylemiş söyleyen…
Ve yine çok tehlikeli bir yerindeyim hayatımın. Yine alelacele bir sevdanın ardından iyi etmeye çabaladığım yaralarım var…
Tanımadan sevmişim yüreğinin kıvrımlarını. Ellerinin sıcaklığını yüreğinden sanmışım. Oysa tüm ihtişamıyla sahte bir sevda yaşamışım. Tek başıma yakmışım tüm ışıkları. Ve ben yaktıkça söndürmesine safça bir inatla karşı koymamışım. Ellerimle verdiğim umutlarımı – ki ben onları yıllarca özenle büyütmüştüm – paramparça edişine seyirci kalmışım. Tüm sevdamı giyinip bir yüreksizin karşısına çıkmışım. Şimdi biliyorum ki yürek sancısı çekmiyor o sevdiğim. Mum ışığı kadar bile değilmiş gözlerinin ışıltısı. Oysa ben gözlerinde güneşle ayı keşfettim sanmıştım. Ruhuyla ve kalbiyle konuşuyor sandığım adam bir sahtekârmış meğer. Oyunun diliyle konuşan bir tiyatrocuymuş. Onda bulduğum sonsuz huzur için de çok; ama çok kızgınım kendime. Nasıl bu denli kapılıp gittim onun seline? Her şeye rağmen yine de ne zaman kapatsam gözlerimi, gözleri gözlerimde. Özlüyorum seni ey katı yürekli!
Yine de uslanmayışıma hayretler içinde bakabilirsiniz. Haklısınızdır da belki; ama elden ne gelir, sevdasız yaşamamak, yaşamak gibi gelmiyor bana. Bir de şu sonradan çekilen acıları olmasa…
Sonra bir gün farkındalığımda keşfettiğim bir şey karşısında dehşete kapıldım. Hep sevda acısı çeken bendim; ama o sihirli denen iki sözcüğü asla ilk kullanan ben olmamıştım. Artık duymak bile heyecan vermiyordu aslında. Bunu da yeni fark etmiştim. Çünkü boş yere duyuşlarım o kadar çoktu ki… Ama sonuç değişmiyordu. Onlar bana bunu o kadar inandırıcı şekilde söylüyordu, öyle çok süslüyordu ki… Ağır makyajlı sözlere olan nefretim de işte bugün böylelikle başladı. Bu kadar kolay mıydı yani bir çırpıda söylemek ve sonra hiç söylememiş ve sevmemiş gibi çekip gitmek. Dünyaya itirazım daha da büyümüştü. İsyanım hat safhadaydı… Şimdi de isyanıma şahitlik etmeye davet ediyorum sizi.
“Seni seviyorum!”
Bu iki sözcüğün artık anlamsız bir lakırdıdan ibaret olduğunu düşündüğüm, yüreğime kilitler vurduğum, yüzümü yalnızlığa döndürdüğüm, umutsuz bir ömrü tükettiğim bir yerindeyim “Bu senin!” dedikleri hayatımın.
Sen yokken ben, hüzün gözyaşlarımı içime akıtır oldum. Yüreğim, terk edilmiş bir sahil gibi, rüzgârın bile değmiyor toprağıma taşıma. Yaprakları kımıldamıyor ağaçlarımın. Kulaklarım senden gelecek haberden gayrisine sağır. Ben, sen gittiğinden beri sandıklar içinde sadece sana saklıyım. Şu aralar özleminle yüklü hayaline dalıp yakıyorum yalnızlık ateşimi. Seni düşleyip özlemeden geçmiyor bir tek anım. İçim acıyor; ama sana dair hâlâ biraz umudum var. Yüreğim umuda gebe kaldığından beridir sevdam ayrılığa yenilmedi hiç. Gönlüm darağacındayken bile ölüme meydan okuyup sadece “seni” sevmeyi seçtim ben. Sandalyemi altımdan iten sevdana düşman olamadım hiçbir zaman. Özlemini nakış gibi işliyorum yürek hücremin duvarlarına. Böylece yokluğuna alışmayı engelliyorum, meşgul ediyorum beni, seninle. Hüznümün sokaklarına hayalini çiziyorum tuvalimdeki renklerin tonuna aldırmadan.
Sen yanıma gelmemekte direndikçe anladım yalnızlıktan ve sevgisizlikten ölünebileceğini. Günler boyu aydınlığın karanlığa doğru akışı beni önüne katıp koşturdu. Kendi hapishaneme kapanmıştım. Şimdi mi? Hâlâ oradayım.
Öyle ki sen, yüreğimin en kuytusunda saklı bir hazine gibisin. Öyle bir tılsımla donatılmışsın ki hiç kimse, sen keşfedilmeyi istemeden ulaşamıyor sana. Keşfini yapan, mucizen olan ben olsam olmaz mı?
Neler söylediğime inanamayan ben birden silkindim gafletimden, körlüğümden ve artık aptallığı geçen saflığımdan. Sözcükler söylenmiş; içi doldurulmamıştı. Sahteydi sevgi ve kenarına iliştirilen ben. Anlamıştım ve artık sevmiyordum sevgi sözcüklerini. Çünkü sevgi sözlerinin bana ettiğini daha önce hiçbir kimse edememişti.
Uyuşmuş bedenimi sürükleyerek ayna karşısına geçtiğimde karşılaştığım manzara içler acısıydı. Karmakarışık bir kafa, darmadağın saçlar, morarmış bir çift göz, kıpkırmızı bir burun, beyaza çalan dudaklar ve cenaze havasında bakışlarla bu yüz bana mı aitti yani? Gerçek neydi? O muydu yoksa ben miydim? Ya da ikimiz bir ve aynı şey miydik? Değilsek hangimizdi “ben” olan? Gerçek olmak mı istiyordum bunca acı içinde, yoksa umarsız bir yansıma mı? Canım acıyordu. Gerçek olmaktı acıtan canımı.
Usulsüz zihnimde binlerce düşünce birdirbir oynuyordu. Çekirge misali aklım, o fikir senin bu fikir benim diye zıplayıp duruyordu. Hızına yetişemiyordum, yorgundum. Dünyanın kesinlikle bana ait olamayan bir yerinde, hayatımın asla bana ait olmayan bir kesimindeydim. Sorumsuz bir işgalin sancısı içindeydim. Derken zihnim ani bir felce uğradı. Kökü topraktan ayrılmış bir kır çiçeği gibiydim. Rüzgâr ne yönden eserse o yöne büküyordum boynumu. Saniyeler içinde hızla soluyordum. Bu yok oluşa dayanamıyordum. Sınırları belli bir hayatın ızdırabına katlanamazken bilinmez bir sınırsızlık bana kim bilir neler yapardı?
Neresinden tutsam elimde kalıyordu hayat. Delik deşik, parça pinçik anılarımı yüklediğim tren, adını bile bilmediğim bir yere gitmek üzere içimin derinliklerindeki bir istasyondan yola çıkalı epey olmuştu. Arkasında ne yaşlı bir göz ne de sallanmakta olan bir dost eli bıraktı giderken. Sadece gitti.
Vazgeçiyorum senden. Ruhuma bakmaya tenezzül etmeyene feda edecek kadar zavallı değilim yüreğimi. Bir gün olur da gözlerin beni arayacak olursa –yüreğin nasılsa asla aramayacak- hüznünün ruhuma çizdiği resimlerde cansız birer anı olarak bulunacağım. Söyleyemediğim her sözü gömdüğüm yüreğimden yol veriyorum artık sana. Kıvrım kıvrım yüzen bir balık gibi umut denizine yolculuğa çıkıyorum. Gerçekten sevilmenin ne demek olduğunu merak edersen eğer hep deniz kenarlarında dolaş ve oltan hep denizde olsun. Belli mi olur, belki bu defa doğru yemi takmayı başarabilirsin…
Çok kızgındım ve kırgındım; ama illâ ki açık bir kapı bırakıyordum. Yine de yeni yıkılışımın mimarı bir başka aşk olmuştu. Mimarı başkaydı belki; ama yıkılışım yine eskisi kadar görkemli ve acılı olmuştu. Şimdi bu yeni yıkılışıma şahit olacaksınız.
Rüzgârına kapılıp gittiğim yalancı dünyada tek ışığımdın sen. Yollarımın tümü yalnız sana çıkıyordu. Aynalarla bitiyordu sana çıkan bu yollar ve ben her defasında “sen” diye koşturup “ben”i buluyordum çaresizce.
Tüm renklerim seninle anılıyordu. En sevdiğim renk “gözlerinin elasıy”, en parlak renk “saçlarının karası” ve en cıvıltılı renk “dudaklarındaki al”, En ideal renk “teninin buğdayımsı kahvesiydi”.
Gözlerimin baktığı yer hiç önemli değildi; çünkü nereye baksam seni görüyordum. Bakkala giren sen, gişeden bilet alan sen, sahada top oynayan, camdan bakınan, işe gitmek üzere yola koyulan da sen, her yer ve herkes sendi.
Her güzel şiirin ilk mısrası, her güzel tablonun en can alıcı rengi, en güzel şarkıların tek notası, her güzel manzaranın en güzel yanı yine sadece sendin.
Kornalar adınla çalıyor, ziller ismine şarkılar okuyor, okullarda ders diye varlığın okutuluyor, kuşlar isminle şakıyor, sular sana coşuyor, zaman sana akıyor, saatlerin ibreleri sen ne yandaysan sana doğru dönüyor, aydınlıklar seni takip ediyor, olmadığın yerler karanlıklara bürünüyordu sanki. Evren artık sadece senden ibaretti. Sanki “dünya” yerine “sen”de yaşıyordu tüm insanoğlu.
Öyle bir yerindeydin ki zamanın, sana erişemiyordum. Sen de seni her arayışımda tüm hızımla sana çarpıp yaralanmama izin veriyordun. Her çarpışmada ayrı bir yara açıyordun zavallı bedenimde; ama her yara ayrı bir mutluluk veriyordu bana. Sanki ellerin, buz kesmiş bir silahın tetiğinde ve ben ufukta her görülüşümde kaskatı bir kurşun gönderiyordun yüreğime bıkmadan. Ve ben de usanmadan her vuruluşumda yeni baştan ısıtıyordum o kurşunu sırf senden geldi diye. Öyle bir şey ki senden gelecekse ölüme bile razıydım ben. Sen yoksan ben zaten hiç var olmamış gibiydim.
Zamanla anlamaya başladım ki senin de farkın yoktu sevda mezarlığımdaki zanlılardan. Aklım yine haklıydı, bizler sevgilerimizi hep yanlış insanlara harcarız. Boş yere tüketiriz yüreklerimizi. Herkese yetecek kadar çok sanırız yüreğimizin gücü. Tüm itaatsizliklere, ihanetlere direnebilir sanırız. Severadım koşarız düşünmeden sevdalara. Her sevda, bir parçasını alır götürür yüreklerimizin. Sen de böyle yapmadın mı? Sanki bu, yerine getirilmesi gereken bir koşulmuş gibi sen de kovmadın mı beni yüreğinden, ben böylesine severken?
Oysa verdiğimiz gibi karşılık beklemeksizin ansızın geliverse sevda yüreğimize, tutuşturuverse içimizin kurumaya yüz tutmuş ovalarını, deli bir yangınla kavrulsak, mutluluktan ayaklarımız yerden kesilse ve sonunda aşkı bulsak ne de benzersiz olurdu. Bu defa tüketmek için değil, yüceltmek için yürekleri yaşardık sevdamızı. Yüreklerimizin çerçöp içindeki sokaklarını umut çiçekleriyle nakışlardık. Bin bir renkle donatırdık sevdanın yollarını…
Yine ve yine uslanmazlık, yine ve yine hayaller… Hem aklıma uysaydım, o haklıymış der, hem de bildiğini okur bu yürek. Bakın yine kırık dökük bir aşkın pençesinden kurtuluşunu nasıl da içli içli anlatıyor…
Sana dair sevdanın yollarında berduş bir sevdalıydım ben. Beni sevmeme ihtimali ve sen, buz gibi ve dimdik karşımdaydınız. Ama biliyordun ki umutsuzluk bana, sevgisizlik de sana yakışmazdı. İkimiz de yakışanı giymeliydik üzerimize. Aramızdakiler göz kararı, olması gerektiğinden az yaşanmıştı daha. Sen doyup kalktmıştın masadan; ama ben daha yeni başlamıştım.
Sen masadan kalkıp gittikten sonraydı sancılı günlerimin başı. Sen gider gitmez özlem, saç diplerimden çekiştirip beynimi acıtmaya başladı. İştahım kapanmıştı. Ömrü saatlere sıkışmış bir kelebek telaşıyla o hüzünden bu hayale konup kalkıyordum gün boyu nedensiz. Mevsimine kapıldığım adamın bahçesinde açabilecek bir çiçek olmadığımı anlamanın acısı içindeydim. Işığına daldığımda gözlerimden kayıp giden yıldızımdın sen.
Dalgalarımın kayalara çarpa çarpa paramparça olmasını istemediğimden küstüm sahillere. Hiç kimse yelken açamadı senden sonra, bendeki o sonsuz maviliğe. Zamanda kaybolmuş iki yüreği bir araya getirme çabasıydı benimki. İkimize de mutluluk getirmek çabasıydı yani. “Hadi yık karanlığımı!” demek geliyordu içimden; ama ortalarda senden eser yoktu. Bitmeyen masalımdın sen benim. Sen hangi denizin kıyısındaysan, hangi göğün altındaysan cennetim sayıyordum orayı ben. Yüreğimde böylesi ihtişamlı bir tahtta taşırken ben seni, reddederek başka başka kalplerin her an kalkıp gitmeye hazır huzursuz konuğu yaptın beni.
Oysa sana dair hayallerim ne kadar da güzeldi. Bir tutsaydın elimi aşka çağırırcasına. Soluklayıp yüzyıllık özlemleri, saniyelerin sonsuzluğunda eritseydik beraberce çaresizliği. Tüm özlemlere inat, altını çizdiğimiz bir sürü süslü tümcenin satır aralarında kalmış nice yolda kavuşsaydı birbirine gözlerimiz. Bir sonbahar akşamında, gönül kuşlarımın göçüne engel olacak kadar ısıtsaydı yüreklerimizi sevgin. Ardında puslu gülüşler bırakıp gelmeseydi yolların bana. Elden düşme bir sevda değildi benim istediğim. Ya yüreğinin sahibi olmalıydım ya da hiçbir şeyin! Sen seçimini yaptın. Her şeyim olanın hiçbir şeyi olmuştum yine.
Hayata dair hiçbir mutluluğu koyamamışken hatıralarımın arasına, hep ve daima hüzünleri konuk etmişken soframa bu son şaşırtmamıştı beni. Nasılsa karamsarlığın sofrasına bağdaş kurup oturan çaresiz misafiri hep ben oluyordum. İnsanları kolayca buyur ettiğim hayatımda, kimsenin kötü olmadığına dair inancım getiriyordu beni sürekli bu sofraya. Tek bacağı kırık bir iskemle gibiydim artık. Hayatım hayal kırıklıklarıyla dekore edilmiş durumdaydı. Yani sandığından daha çok yaraladı arkanı dönüp gidişin. Kim bilir nerdesin, kiminlesin. Tüm bunlar bir parçacık bile olsa umurunda olsa yanımda olurdun zaten. Bu nedenle bir yaprak daha düşüyor hayat ağacımdan çaresizce. Ve korkarım daha ömrümün sonbaharına gelmeden yapraksız kalacak bu ağaç…
Sonunda bir parça da olsa sıyrılıyor sevdanın sahteliğine takılıp kalmışlıktan. Bir de bakıyor ki aslında içinde yaşadığımız bu dünya sahte, insanlar, ilişkiler sahte. Şimdi de sıra takılı kaldığı sahteliklerde. Bir bıraksa kendini duygular aklın rehberliğine, daha az yara alacak hayattan; ama daha öğrenemedi. Bakalım daha neler yaşayacağız…
İnsanlar, yüreklerinin kuytularına hapsettikleri güzel duyguları ayyuka çıkaran güzel insanları arar hayat boyu. Bir süre sonra da bulamamış olmanın bencil pelerinine bürünüp bir “hokus pokus” yaparak geçiverirler kötülerin alemine. Ve bir zamanlar altında bin bir ızdırapla ezildiği, nefretiyle yüklü olduğu kötülüğün mucidi oluverirler bir anda. Gel gör sen ondan sonra olanları….
Sahtekâr dünyanın kendisi gibi insanları ve insanları gibi tavırları sarıverir dört bir yanı. Herkeste çeşit çeşit kişilik! Her ilk kimlik kesin sahte. Ve her gizlenen kimlikle tanışma anında daha da çok yaralanan ilişkiler.
Konu aslında tamamen “had” meselesi. Haddini bilmeyenlerin, hem parasını hem de mevkisini bu hadsizlikleriyle kazananlarının dünyası bu. Artık her sözde mecaz var, imalarla saklanmış gizli laf sokmalar egemen ikili konuşmalarda. Dilden çıkanlar, duyulduğu halini değil, işaret ettiğini anlatır durumda. Kimsede sözünü tartmak yok. Ağzına geldiği gibi sarf ediyor sözcükleri, tümceleri. Güvensizlik, sahtelik ve yalan yüklü ilişkilerle örülü yapay bir dünya bu yaşadığımız.
Hayattan yitirdiklerimize duyduğumuz acılar belki de tek gerçeği bu dünyanın. Burada da sorular ardımı bırakmıyor. Ölüm acısı mı daha çok acıtır yoksa kaçanın ardından üzülmek mi daha zor mesela? Ya da ölü olmak mı daha iyi, kaçak olmak mı yoksa?
Ölünce tamamen gitmiştir giden. Dönüp dönmeyeceğine, başına bir şey gelip gelmeyeceğine dair hiçbir belirsizlik yoktur. Ne zaman gidersen git, hep aynı yerde seni beklemektedir. Ölüde her şey kesindir. Ve kesin olan da iyidir.
Peki ya kaçak? Kaçakta belli hiçbir şey yoktur. Yeri, dönüp dönmeyeceği, başına neyin ne zaman geleceği hiç bilinmez. Bilinmez yara açar yüreklerde. Taşınması daha zordur. Acısı asla azalmaz. Yaraya tuz basmak ya da sürekli bir yaranın kabuğunu koparmak gibidir. Belirsiz sevilmez asla.
Ölünün acısına zamanla alışılır da kaçağın belirsizliği fena yorar adamı. Yavaş yavaş, içten içe tüketir, eritir, bitirir.
Ölüye “Neden ölüm?” diye sorulmaz; ama kaçağın nedeni daima merak edilir. Ve merak giderilmediği sürece insana bol bol huzursuzluk verir.
Böyle bir hayatta da ancak kötü hatıralar bırakılır miras diye yarınlara. İnsanı saran kasvet mikrobu hızla koyulur işe, karanlığa boyar tüm umutları. Hep ekşi sabahlara açtığımız gözlerimiz bir süre sonra göremez oluyor güzellikleri ve “güzel” denen silinir yeryüzünden. Oysa bir istense ne de güzel olur hayat!
Kaçaklardan, ölülerden söz ederken, hayatın sahteleştiğini tam fark etti derken yine tutunmak için aşkı seçti yüreğim ve bir yıkım daha yaşadı. Üstelik bu yıkım diğerlerinden öyle farklıydı ki beni bile korkuttu. Çünkü ölümü soktu aklına. Ölüm tükeniş demektir. Bu yıkılış tükenişin son durağı olmaz umarım. Sözcüklerin ışığında size şimdi de bu yıkılışının resmini çizecek, iyi izleyin…
Uzayan yollara takılan gözlerimden sancı yüklü gözyaşlarım süzülmekte. Çaresizce gözyaşlarıma ev sahipliği yapan umursamaz bir tavır hâkim. Burnum sürekli akmaktan rahatsız değil; ama mendillerle arasında çok çetin bir savaş var. Cıvıldayan yüreğimin diline prangalar vurulmuş gibi. Dudaklarımda cam kırıkları, ağzımda yanık bir sevdanın tadı var. Omuzlarıma çökmüş, kalkmak bilmez bir yük gibi yalnızlık. Üzerime sinmiş, ağır bir koku gibi ayrılık. Canımda derin bir yara, büyük bir acı sensizlik. Aynadaki acınası surat bana mı ait, bilmiyorum. Bu, yara bere içindeki fukara eller benim mi yani? Nasıl da birden paramparça oldu hayatım? Gözlerimin önünde un ufak edilen hayatımı, heyecanlı bir gerilim filmi izlermişçesine izlemekle yetindim sadece. Patlamış mısır yerine uzayan tırnaklarımı yedim. Usumun uslanmayan yerinde ağlayan bir kız çocuğunun dinmek bilmez hıçkırıkları yankılanıyor her gece rüyalarımda – kâbuslarımda- nicedir. Rüyalarımın kâbuslara dönüştüğü anlarda, bir çift el gibi boğazıma yapışıyor o çaresiz kız çocuğunun ertelenmiş hayalleri.
Ne zaman biter bu yolculuk ve ben ne zaman, nereye giderim toprak damıma hiç bilemiyorum. Ama kapımda adımın nasıl yazılacağını biliyorum; “Özgü Tuğra / 1979 / Ruhuna El Fatiha”
Sancılı yolculuğumun sayısız duraklarında defalarca ve defalarca hırpalandım, sayısız yaralar aldım ve hiçbiri asla kapanmadı. Ne zaman kabuk tutar gibi olsalar, o kabuğu koparacak biri ya da birileri mutlaka girdi hayatıma. Sonra da kayboldular geldikleri gibi.
Yalnızlığımın tatsız tuzsuz akşamlarında biçare düşüncelere dalıp kaçan uykumun yeniden beni ziyarete gelmesini umut ederken sabahları kucakladım hep, yorgun ve bitkin bir halde. Karanlıkları uyanık, aydınlıkları uyurgezer yaşadım. Şimdi yaşlanmış gözlerle, gözümde yaşlarla yaşıyorum, yaşlanıyorum. Yaşayarak ölüyorum ya da aslında öle öle yaşıyorum.
Üzerime çöken, iliklerimi donduran bu soğuk, hayata veda edişimin işareti midir? Hazır mıyım buna ben? Kedime mamasını kim verecek yokluğumda? E peki kim girecek derslerime, kime emanet edeceğim öğrencilerimi? Ölmeye gerçekten hazır mıyım? Her başım sıkıştığında medet umduğum ölümden nasıl da korkuyormuşum meğer. Hayat tatlı ne de olsa. Yetmişinde dedem bile yetmiş birini görmek ister. Torununu görse, onun çocuğunu da görmek ister. Bu günü tüketen herkes, yarını meraka koyulur. Peki, ben buna hazır mıyım?
Etraf kapkaranlık, ağır bir küf kokusu sarmış dört bir yanı. Gözlerimde hissettiğim yanma, sanki içine cam parçaları batmışçasına rahatsız edişi ve acı dolu.
Saatler olması gerekenden çok çok uzun; her dakika, bir saat gibi ve her saat, bir gün gibi. Acemi bir kemancıdan çıkan cırtlak bir keman sesi gibi “gıy gıy” bir yelkovanla üşengeç bir akrebin elinde zaman. Ve ben, zamana asılan bir çengel gibiyim. Dibindeyim dünyanın, dizlerim titriyor, taşıyamıyorum bu yükü. Ellerimden kayıp giderse dünya, acaba en çok kime zararı dokunur?
Başımı adeta çatlatan ağrı geçse belki önümdeki puslu dünya silinecek ve daha aydınlık görünecek dört bir yan. Sis perdesi kalkacak, ışıl ışıl bir dünya göreceğim belki de. Ama faydasız bir uğraş olacak. Bu gözler cenneti görse nafile, gönül gözüm hançerle oyulmuş olduktan sonra.
Mosmor torbalar arasında küçülüp yok olmuş gözlerimde de derman tükenmekte. Beni artık tamamen terk ettiğinden emin olduğum o şen şakrak kahkahalarımdan da ayrıyım zaten. Bedenim daha da soğumaya başladı. Galiba ben… Soluğum kesiliyor, neler oluyor? Hey biri bana yardım etsin! Hey! Bana bir şeyler oluyor diyorum. Ben, ben…
İşte inanılmaz derecede uzun bir süre komaya girmeden önce yüreği son sözleri bunlardı. Sonra epeyce süre sessizliğe boğuldu. Kendini yitirdi sandığım noktada da yeniden canlandı yüreğindeki filizler. Ben akıllandı sanmıştım; ama o yine aşık olmuş. Sonuç mu? Alın size bir harabe sevda öyküsü daha…
İşte yine sensiz bir gece! İşte yine sensiz bir ben! Yokluğun kol geziyor sokaklarımda…
En büyük deliliğim, nerdesin?
Yarın sabah yine sensizlik dolu bu şehre “GÜNAYDIN” diyecek gözlerim. Sensizliğimde ben, seni beklemenin nöbetindeyim. Bu şehrin sokaklarında seni arıyorum durmadan. Her ayrılık vakti hazan mevsimimdeyim…
Yine yokluğuna teslimim… Ayrı olsak da biriz biz. Kalp atışlarımız bile ayı ritimde… Sen öyle bendesin ve ben öyle sendeyim ki… -kendimi kandırıyorum yine- Bu gece istediğin saatte arala rüyalarımın kapısını. Hayallerinden bir yol inşa et rüyalarıma, bir tek sana varsın ucu. Ama nerde?
Boş kuruntular yüklü soluduğum havada… Dışarıdan sızan izinsiz ışık kırıntıları alay ediyor yalnızlığımla… Senin olmayışının resmini çiziyorlar duvara.
Beni boş bir kutu farz et ve içimi sevginle donat! Bir tek sana çıksın yollarım. Bir tek sen sarıl boynuma. Bir tek senin varlığınla diniyor çünkü içimdeki fırtına…
Yoksun, yüreğim hüzün işgalinde… Serseri âşıklar gibi gökyüzünde dans ederken yıldızlar; ben yokluğunun karanlığıyla dolu bir gecede sana saklıyorum yaşanmamış her bir an’ımı…
Sözlerim yine havada kalıyor. Boşlukta yankılanıp, çıkmaz sokaklara çarparak bana geri dönüyorlar. Yine içleri bomboş. Yine sadece bana aitler. Çünkü sen de yoksun artık. Her sevdam gibi gidenlere karıştın. Bilmem ki ne desem, kime desem, nasıl desem…
Hayal kırıklıklarıyla örülü bir hayatın, kıldan ince yollarında, sırtımda ağırlığımın binlerce katı bir yükle yol almaya çalışıyorum artık. Sanki ben her adım atışımda yol birkaç adım uzuyor gibi. Onun içindir ki sanki yirmi küsur yıldır ben öylece durmuşum, akreple yelkovan yol almış sadece.
Hep daha iyiye, daha güzele çevirmişim yüzümü. Oyuncakçının vitrinine bakan; ama asla o oyuncaklardan birine sahip olamayan buruk bir çocuk yüzüyüm şimdi. Nereye çevirsem kafamı, o yönde dünyanın renkleri soluyor sanki. Sevinmeyi denesem yanlışlıkla, ağzımda cam kırıkları. Yüreğim, dilim kan içinde.
Umuda giden tüm yollar tutulmuş. Her bir fikrim didik didik aranıyor. Belli saatlerde dilime gelme yasağı altında sözcükler… Tümcelerim devrik, gözlerim buğulu, dilim ağzım yara içinde.
Hangi ağacın gövdesine yaslanıp gölgesinde dinlenmek istesem dalları kuruyor bir çırpıda. Yanmışlığımı ne zaman dindirmek istesem, şöyle kana kana ne zaman su içmek istesem güldür güldür akan dereler kuruyor her nasılsa. Ne zaman cıvıldaşan kuşlar korosuna takılsa kulağım, tümü birden susuveriyor acımasızca. Yollarım yolsuz, günlerim ışıksız, usum uslanmaz, kaderim öyle bir yazılmış ki yaşanmaz sanki.
Ağırlaşan gözkapaklarım ne kadar çok acıyı perdelemişler meğer. Onların gücü tükendikçe daha çok acıya şahit oluyor yüreğim. Dayanamıyorum…
“Artık ‘aklıma’ uyacağım. Yüreğim, sus ve otur bir kenara.” dediğim gün yaşadıklarıma sizler de inanamayacaksınız. Geçmişin ve aşkın beni nasıl zorla yoldan çıkarmaya çalıştıklarını anlatacağım sizlere, bana hak vereceksiniz.
Ne kadar acı…
Kimseye diyemediklerimi biriktirdiğim yüreğimin bahara yüz tutmuş pastel rengi bir gününde eskilerden bir adamla bir kadın gibi konuştuk.
Siyah beyaz bir filmi yeniden oynuyorduk sanki. “Nayır, Nolamaz” modunda sahte bir sevdanın sahte sancısını çekiyorduk karşılıklı.
Sevmek istediğim gibi sevemediğim bir sendi bendeki. Beni soracak olursan, yerimi bilmiyordum. Yitirilmişliğinde zamanın ve usumun uslanmayan yerlerinde hayalini kovalıyordum durmadan. Derken kanlı canlı seni görünce şapşallaştım. Sen değil miydin saatlere sığmayan, asırlar boyu özlemini çektiğim. Sen değil miydin ellerini düşündüğümde tenimi gıdıklayan, gözlerini düşündüğümde içimi ısıtan, sözleriyle beni uzak diyarlara taşıyan? Ne oldu da durdu zaman? Ne oldu da soldu duygular?
Sahile vuran yorgun dalgaların köpükleriyle sahildeki çakıl taşlarına tutunduğu gibi tutunduğum hayalin nerede şimdi? Nerede saatlerce dertleştiğim, kendimi anlattığım, gözlerinde huzur bulduğum o adam?
Dalgalı hayatımın en sert fırtınasının yaşandığı o günde yüreğimin dinlendiği köhne teknenin başına oturmuşum, dizlerimi karnıma çekmişim çaresizce. Tüm hayallerimin, güzel anılarımın boğuluşunu izliyorum öylece. Elimden hiçbir şey gelmiyor. Eğer boğulmazlarsa da sayısını sayamadığım akbabalarca kemiriliyor ümitlerim.
Çaresizliğimin boyumu aştığı bu günlerde aynalarda bile ufalıyor yüzümün aksi. Ellerim çarpıklaşıyor, dilim dönmez hale geliyor ağzımın içinde. Dilim damağım kuruyor. Ne yesem ağzımda cam kırıkları. Nereye baksam sisler içinde. Gözlerim, dilim, boğazım, ellerim kan içinde. Buram buram yalnızlık kokuyor üzerimdekiler.
Yanlış insanlara bağladığım düşlerimden ve yürekli ümitlerimden bir harabe kaldı geriye… Ne bana yeter, ne de dünyaya benden kalanlar. Çoktan suyu sıkılıp içilmiş bir meyvenin posası gibiyim. Bende işe yarar hiçbir şey kalmadı. Ben dünyaya ağır geliyorum, taşıyamıyor bu silik varlığımı. Yolcu yolunda gerekmiş. Ve tabi erken kalkan yol alırmış. İsteklerine geç kalan bir hayatın erkenci yolcusuyum. Bir ömür tüketip bir arpa boyu yol alamayan bir hayat acemisiyim. Tükenmişliğim etrafımı öyle bir sarmış ki artık önümü göremiyorum. Kör birinin el alışkanlığı ya da alışılmış bir ortamın kararmış olmasındaki tecrübeyle el yordamıyla bulacağım yolumu. Gerekirse vura kıra, gerekirse düşe kalka. En azından biliyorum nereye gideceğimi…
Hayallerim bana gelmiyorsa ben onlara giderim!
Artık sana yer yok yüreğimin hiçbir ücra köşesinde. Giderken götürdüklerinden fazlasını yitirdi yüreğim. Akıllandım artık, arkama dönüp de yeniden kendimi tüketmeyeceğim…
Unutulmuş bir köşesinde hayatın, hiç gelmeyecek bir umut taksisi bekliyordum bardaktan boşanırcasına yanaklarımdan süzülen hayallerimin gölgesinde. “Olması gereken”i bekliyordum ömürlerdir. Hiç açmamış çiçeklere bağlamıştım gökkuşağı bekleyişimi. Bitmeyen yollara nöbete dikmiştim yüreğimin kervansaraylarını. Doğru bildiğimden şaşmadan yaşadığım hayatımın temel taşlarındaki ufalanmalara takılı kaldı aklım.
Doğru bildiğimden şaşmak mı, baldıran zehrini içmek mi? Sorun, değerlerimin gerçek pahasının ne olduğundaydı aslında. Aklım, karmaşanın meydanındaydı. Güreşiyordu zihnimde olmakla olmamak!
Aklım bile şaşırmışken bu sorulara sanırım sizler de “hoppala” modundasınızdır. Ne diyelim, bir musibet bin nasihatten iyidir. Gerçi musibetler bini çoktan geçti; ama neyse, zararın neresinden dönersen kârdır. Tabi gerçekten dönebildiysen…
Güne inat karanlıklarını kuşanmıştı yüreğim. Zamanın eli sıkıyordu boğazımı. Biter dediğim yollar bitmiyordu bir türlü. Kan çanağı gözlerim ufka dikilmişti. Tadım tuzum tükenmişti. Uslanmayan usumda haylaz çocuklar gibi koşuşturuyordu fikirler. Kendini bilmez ruhum direniyordu hayata. Yine de dik durmaya çalışıyor, yıkılmıyordu bedenim. Terk edilmiş çaresiz bir ev kedisi gibiydim yağan yağmur altında. Islanıyordum iliklerime kadar. Zihnimi bir türlü boşaltamıyordum. Yanlış olan ben miydim, yoksa dünyanın diğer insanları mıydı? Yalanla örülü dünyanın yalnızıydım. Elimden alınanlara isyanım bitmiyordu. Önce benliğimi aldılar elimden, sonra insanlara olan güvenimi, kendime saygımı ve son olarak da yaşama sevincimi…
Kızgınlığım bitecek gibi değildi. Artık üzülmeyeceğime olan inancım giderek artıyordu. Sanırım sevda arayışım son bulmuştu. Yine dönüp dolaşıp zamanla bozmuştum kafayı. Zamanla kavgam bitmiyordu bir türlü. Çünkü anlamlı bir ulaşmıyordu tartışma. Tüketmek tek amacıysa zamanın, yaradan ne diye var olmanın mucizesi diye yüceleştiriliyordu?
Zamanın soğuk eli akreple yelkovan, aynı vurdumduymazlıkla işliyordu saatin koynunda. Tükenmesi için dua ettiğim günler geçmiyordu. Değerlerini yitirenler arasında yaşamaya çalıştığım hayatım sürekli parçalı bulutluydu. İnsanlar yalancı, insanlar sahtekâr, insanlar ikiyüzlü… Negatife odaklanmıştı bir dolu insan ilişkisi. Vıcık vıcıktı sohbetler. Düşene atılan tekmeler ve yerde kalanın diğerlerini de düşürme çabası hiç bitmiyordu. Yitirilen iş, aşk, dost ahlakı gözümü korkutuyordu. Her yerde ria, her yerde çıkar, her yerde yalan hâkimdi. . İnsanların üzerlerine sinen sahtekârlığın mide bulandıran kokusu dayanılır gibi değildi. Üzerime yürüyen kaba saba günler, üstelik dipsiz bucaksız ilişkiler taşıyordu.
İnsan sıcaklığına hasret kalmış buzul yüreğimi sevdayla dinlendirmek istiyordum geceleri. Dürüst olduğum için suçlandığım bir dünyaya sıkışıp kalmıştım. Yalancı padişahlara uşaklık eden şikâyet sever dalkavuklar arasında sıkıştırılmış, üstü örtülmeye çalışılmış biriydim ben. İşini angarya olarak gören, emredilirse yapan, yoksa kılını bile kımıldatmayan tembel ve kaygısız insanlarla aynı havayı soluyor, aynı maaşa ve daha zor koşullara layık görülüyordum. Hayatı zorluyordum; ama hiçbir yere varamıyordum. Hep ve daima belirsizlik vardı. çok ama çok yorulmuştum.
Yürekler dolusu sadakatsizlik ve hıyanet taşıyordu hayatlardan. Kimsede tahammül yoktu. Herkes post davasında unutmuştu dostunu. Yollarda yitirilenler unutulmuştu, uğrunda ölecek hiçbir davası olmadan tükenmişti anlamsızca hayatlar. Hayatın kıskacında manidar kalmıştı sorulamayan sorular.
Yüreğimin sofrasına bağdaş kurup oturanların hiçbirinde içimi ısıtacak kadar samimiyet yoktu. Her şey yalana boyanmıştı. Dürüstlük, tesirsiz bir ağrı kesici gibi unutulmuştu bir köşede ve son kullanma tarihi ise geçmek üzereydi.
Baktım ki olacak gibi değil. Gündelik ilişkilerin yaralarıyla canımı acıtmak yerine yeniden sevdaya döndüm yüreğimi. Belki daha son umutlar tükenmemiştir bazı yüreklerde sevginin dünyayı düzelteceğine dair. Ve belki de o yürek kavuşur benimkiyle bir yerde.
Bu düşünceler içinde karşıma çıkan bu adam diğerlerinden farklıydı. Güven veriyordu yüreğime. Teslim ettiğimde yüreğimi yaralanmaktan korkmuyordum, bir yerden yüreğime çalınan cesaretle koşaradım yürüdüm aşka. İlk defa yaralanışımın nedeni başkaydı. İlk defa terk edilmeyecektim. Çünkü ilk defa imkânsıza toslamıştım ve başlamadan bir aşkı katledecektim.
Tam kendimi kaptırmışken sonuna kadar aşka, ellerimden kayıp giden sevdalar gibi kaydı gökyüzünden yıldızlar tek tek. Aysız gecem, yıldızsızlaşınca daha da karanlık oldu. Sen tek ışığımdın yolumu bulmak için. Mucizemdin sen; ama adını bile düşünmek hayal gibiydi. Öylesi yasaktın ki sen bana, mayınlı bir tarlada açan tek papatya sen olsan da gelmeliydim sana üç günlük ömrü olan kelebek kanatlarımla. Denememek kadar acıtamazdı canımı ölüm. Ne vardı sanki öylesine bağdaş kurup otursaydın gönül soframa. Sana sunduğum sevdamı katık edip içseydin aşkımın şarabıyla.
Ama yine olmadı işte. Yaradanın hatası olan ömrüm, yine karanlıklara gebe. Kalp kırıklıkları ve sancılara devam yine son gaz. Sana dair söyleyecek ne çok sözüm vardı oysa. Ama hepsi yarım kaldı. Kısacık aşkımızın uzun süren vedası, acılara gebe yüreğimin doğum sancıları gibiydi. İçimde, can çekişişlerini duyuyordum. Sen gidince yalnız kalmaktan değil de başlayamayan sevda deneyimimizdendi üzüntüm. Nicedir yalnızdım zaten. Her gece yalnızlığımı kapalı gişe oynuyordum hayatın perdesiz sahnesinde. İmkânsızlığının haberini aldığım andan beri ölüyüm sanki. Kara kaplı, kalın defterlere çalakalem karalanmış idam kararımdı yokluğun. Sen yargıçtın, ben cellât oldum, aşksa mahkûm. Hiç düşünmedim, sen kalemi kırar kırmaz ben de ipini çektim darağacımın. Sonra kendi cesedimi yaktım ve rüzgâra bıraktım küllerimi. Yokluğun avuçlarımda keskin ve sivri bir cam parçası gibiydi. Sıktıkça kanıyordu avuçlarım. Sıktıkça acıyordu canım. Tüm yaşanamayanlara rağmen bir tek şeye yanıyordu yüreğim; “Ben seni geç bulup erken kaybetmiştim.” Sahtekâr birkaç saniye ile kendimi avutuyordum. İsyanım yalnızlığıma değil sensizliğimeydi. Acılara gebe dilsiz umudumun mutluluğa adanmış sevdasıydın sen. Bitemezdin, bitmemeliydin; ama başlayamamıştın bile. Şimdiyse kalbimin iyileşmeyen yarası, ELVEDAMSIN!
Bu imkânsız aşk bana ders olur sanmıştım; ama yanılmışım. Yine kendimi derdin içine atıp terk edilmenin acısına boğarak kendi kendimin canını acıtıyorum. Meğer ne kötü alışkanlıkmış sevda…
Bir umutla çıktığım yolculuğum tam bir fiyaskoyla sonuçlandı. Göğe kaldırdığım ellerim kırıldı. Aşk sözleri fısıldadığım dudaklarım lâl oldu. Yüreğimde açan bahar çiçekleri bir anda soldu. İçimde havalanan binlerce güvercin bir fırtınaya tutulup kayboldu. Bomboş ellerim ve yara izlerimle kalakaldım öylece.
Gücü hiç bir şeye yetmez sandığım yüreğim öyle bir şahlanmıştı ki aşkıyla, bu bir bitiş değil adeta bir yıkılış oldu onun için. Tüm cesaretim kırıldı melek kanatlarımla beraber. Alt üst olan hayatıma mı yanacağım yoksa apansız yalnızlığıma mı biemedim. Tek kelamım “Sen!” diyen adam değildi sanki “Gitsen de bir kalsan da bir.” diyen.
Bağlanan kollarımın arasında can verdi sevdam zamansız bir kurşun yarasıyla. Bu aşkın bitişine dair tek bir tümce geliyordu aklıma; “Giden değil kalandır asıl terk eden, giden de bu yüzden gitmiştir zaten.”
Gitmemi ister gibiydi son zamanlar. Hep öteledim, görmezden geldim. Ta ki ayrılık okunu göğsüme saplayana dek. Bir daha asla bulamayacağım kadar derinlerde kaybettim cesaretimi. Aşkın rehberliği sona erdi. Cehennemi birlikte göğüsleriz deyip yalnız bıraktı beni. Şimdi dipsiz karanlıklarda yalnız başınaydım. Yokluğunun boşluğunda sarhoş gibiyim artık. Çaresizliğin bile etkisiz kaldığı bir tükenmişliğin koynundaydım artık her gece. Aptallığımla ve yalnızlığımla sevişiyordum geceler boyu.. Herkese kinliydim. Hayattan nefret eder halde yalnızlığımla baş başa tüketiyordum ömrümü. Bunları hak ettiğimi düşünmek ağır geliyordu, kabullenemiyordum.
Korkuyordum yarınımdan. Hayatında sadece bir macera olduğum adam için riske attığım geleceğim sisler içindeydi. Nereye dönsem boşluktan ibaretti. Yalnızdım, hem de yapayalnız. Sırtımı dayayacak kimsem yoktu.
Artık tövbeliydim düş kurmaya. Düşten imkânsızı istediğim için bu denli yaralanmıştım. Ama bu da yetmemişti beni uslandırmaya. Yeniden denedim aşkı ve yine ellerimdeydi kan revan içindeki yüreğim…
Tek farkı vardı bu kanlar içindeki yüreğin. Seviliyordu ilk defa gerçekten ve dayanamamıştı sevilmenin hazzına. Kendini duvarlara çaldı, yerlere attı sevincinden. Defalarca ucu sivri oklarla vurdu yüreğini, kendi kendini buna inandırmak için. Sonunda seviliyordu ve bundan ilk defa gerçekten emindi. Yakında evleniyordu. Şaşkındı. Yine de bu umutsuz öykülerin bitmeyeceğine olan inancı yüzünden kaygılıydı. Sevdasına sımsıkı sarılmak istiyordu. Roller değişmişti adeta. Artık o değil, sevdası ona sımsıkı sarılıyordu ve sıcaklığıyla buz tutan yüreğinde sımsıcak iklimler başlatıyordu.

Etiketler: ,

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa