5 Eylül 2013 Perşembe

KAVGACILAR


Çelimsiz bir hayatın ekşimsi bir gün doğumunda açtım gözlerimi huzursuz bir güne daha. Gerçekten de çok mu çok güçsüzdüm, yoksa hayat böyle düşünmemi mi istiyordu diye artık hiç düşünmüyordum. Çünkü asla sonu gelmeyen dipsiz bir kuyuya defalarca atlamak gibiydi bu. Cevabı olmayan binlerce sorumdan sadece birisiydi. Belki birazcık narsist olabilsem, kendim için bir şans yakalayabilecekken elim kolum iki yanımda öylece sallanıyor, bana bağlı bile değiller. Bir adım, ufacık bir adım atmalıyım; ama hangi yöne? Hayata bir gol atabilseydim “Bir kere yapabildiysen yine yaparsın!” diyebilirdim kendime, olmadı. Sayısız gol yedim; ama asla hedefi vuramadım. Hayatı ıskalamak mıydı benim kaderim? Hayata tutunamayacak birini neden yaratır ki Tanrı, eğlenmek için mi? Kaderimiz doğduğumuzda yazılıyorsa irade ne işe yarar? Kaderime gem vuran Tanrı’yla ben nasıl başa çıkabilirim? Kendini gerçekleştiremeyecek bir ruha niçin beden verir ki Tanrı? Ölümsüz olan ruh, bu beden içinde sıkılmaz mı hiç? Atılım yapmaz mı bedeni iyiye güzele götürmek yoluyla kendini de kurtarmak için? Bilmiyorum, bir bilenin olduğunu da hiç sanmıyorum. Çünkü Tanrı en açık seçik bilinmezliktir. Onu hem her yerde görürsünüz hem de hiçbir yerde göremezsiniz.
Aynaya baktığımda gördüğüm şey, ben mi gerçekten? Akıl ruhun yolcusuysa ben de bu bedene hapsedildim ve bu baktığım surat kim bilir kaç defa değişti, kaç defa yendi ve kaç defa yenildi. Ben kaç bedeni güzel giydirmek zorunda kaldım, kim bilir. Ama bir dakika, ben ruha aitsem bu yeniklik, bu hayata 1 – 0 geriden başlama durumu nasıl oldu? Yok yok, ben sanırım bedene aidim ve ruhun yanında onunla birlikte gelen aklı bu sayede kullanabiliyorum. Usumun uslanmayan yerlerinde en tiz sesimle çığlıklar atıyorum, kendim bile duymuyorum.
Doğum sancılarıyla uyandığım gün, öğle vaktinde şimdi. İkindi kahvaltısı vakti gelecek neredeyse. Ama ben eziyet etmeyi sevdiğim bedenime henüz kahvaltı dahi yaptırmış değilim. Usumda duyulmayan isyan çığlıklarına ağlarken, midemde çalan zilleri duyuyor olmakla yaralanıyorum. Ben ruhumun açlığından yakınıyorum; ama bedenim kendi derdinde. Ruhumda açılan yara gittikçe büyüyor. Tedavisini hiç bilmiyorum, doktoru var mıdır diye de sormuyorum. Çünkü içimdeki güç inanmazsa doktor fayda etmez, bunu biliyorum.
Kendimi bulduğum yerde şaşkındım. Evde, ayna karşısında kendisine acıyan ben, ne zaman gelmiştim sahile, hatırlamıyordum. Ellerim ceplerimde, burnumu gömdüğüm atkının içinde kendime geldim. Yine bu ruh, bana danışmadan neler yapıyordu böyle? Ben ruhumla ekip olamıyorum. Ekip olamayınca da o kendi isteklerini kovalarken ben kendi hayallerimi tuzağa düşürmeye çalışıyorum. Uzunca bir lastiğin iki ucuna bağlanmış iki vahşi hayvan gibiyiz. Birbirimizi hiç tanımıyor ve korkuyoruz. Korkumuzdan aksi yönlere kaçışıyoruz; ama ayaklarımızdaki lastik esneyip esneyip ortada buluşturuyor bizi. Yine korku, yine kaçışma ve yine ortada buluşma. Bu kısır döngüye hapsolmuşluktan bıktım artık. Beyin aslında bedene ait bir parça; ama o da sözümü dinlemiyor. Ruhumun masallarına kanıyor. Durmadan aldanıyor. Hay ben onu komutan seçenin… Onun yüzünden bedensel ordum daima mağlup, yani yenik, yani yetersiz, yani eksik, yani bitmiş… İçten çökertiyor beni ruhum. Bir anlayabilse, o benim ruhumsa ben de onun bedeniyim. Ruhun sürekli kazandığı yerde habire kaybeden beden de onun. Yani bu, şuna benziyor: İki elinle bilek güreşi yapıyorsun. Sağ elin de kazansa sol elin de kazansa senin bir yanın daima yenik… Yani bir yanınla sürekli tebrik alırken diğer yanınla durmadan yuhalanıyorsun. Adeta kendi ellerinle bir ayağını yere zincirlemişken diğer ayağınla dünyayı gezmek istiyorsun. Akıllı geçiniyorsun; ama aptalsın.
Ey akıl, benim tarafımdasın; ama bunu anlayamamışsın. Yazık ki sen anlamadıkça biz sürekli yenileceğiz…


Etiketler: ,

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa