KAVGACILAR
Çelimsiz bir hayatın ekşimsi bir
gün doğumunda açtım gözlerimi huzursuz bir güne daha. Gerçekten de çok mu çok
güçsüzdüm, yoksa hayat böyle düşünmemi mi istiyordu diye artık hiç
düşünmüyordum. Çünkü asla sonu gelmeyen dipsiz bir kuyuya defalarca atlamak
gibiydi bu. Cevabı olmayan binlerce sorumdan sadece birisiydi. Belki birazcık
narsist olabilsem, kendim için bir şans yakalayabilecekken elim kolum iki
yanımda öylece sallanıyor, bana bağlı bile değiller. Bir adım, ufacık bir adım
atmalıyım; ama hangi yöne? Hayata bir gol atabilseydim “Bir kere yapabildiysen
yine yaparsın!” diyebilirdim kendime, olmadı. Sayısız gol yedim; ama asla
hedefi vuramadım. Hayatı ıskalamak mıydı benim kaderim? Hayata tutunamayacak
birini neden yaratır ki Tanrı, eğlenmek için mi? Kaderimiz doğduğumuzda
yazılıyorsa irade ne işe yarar? Kaderime gem vuran Tanrı’yla ben nasıl başa
çıkabilirim? Kendini gerçekleştiremeyecek bir ruha niçin beden verir ki Tanrı?
Ölümsüz olan ruh, bu beden içinde sıkılmaz mı hiç? Atılım yapmaz mı bedeni
iyiye güzele götürmek yoluyla kendini de kurtarmak için? Bilmiyorum, bir
bilenin olduğunu da hiç sanmıyorum. Çünkü Tanrı en açık seçik bilinmezliktir.
Onu hem her yerde görürsünüz hem de hiçbir yerde göremezsiniz.
Aynaya baktığımda gördüğüm şey,
ben mi gerçekten? Akıl ruhun yolcusuysa ben de bu bedene hapsedildim ve bu
baktığım surat kim bilir kaç defa değişti, kaç defa yendi ve kaç defa yenildi.
Ben kaç bedeni güzel giydirmek zorunda kaldım, kim bilir. Ama bir dakika, ben
ruha aitsem bu yeniklik, bu hayata 1 – 0 geriden başlama durumu nasıl oldu? Yok
yok, ben sanırım bedene aidim ve ruhun yanında onunla birlikte gelen aklı bu
sayede kullanabiliyorum. Usumun uslanmayan yerlerinde en tiz sesimle çığlıklar
atıyorum, kendim bile duymuyorum.
Doğum sancılarıyla uyandığım gün,
öğle vaktinde şimdi. İkindi kahvaltısı vakti gelecek neredeyse. Ama ben eziyet
etmeyi sevdiğim bedenime henüz kahvaltı dahi yaptırmış değilim. Usumda
duyulmayan isyan çığlıklarına ağlarken, midemde çalan zilleri duyuyor olmakla
yaralanıyorum. Ben ruhumun açlığından yakınıyorum; ama bedenim kendi derdinde.
Ruhumda açılan yara gittikçe büyüyor. Tedavisini hiç bilmiyorum, doktoru var
mıdır diye de sormuyorum. Çünkü içimdeki güç inanmazsa doktor fayda etmez, bunu
biliyorum.
Kendimi bulduğum yerde şaşkındım.
Evde, ayna karşısında kendisine acıyan ben, ne zaman gelmiştim sahile,
hatırlamıyordum. Ellerim ceplerimde, burnumu gömdüğüm atkının içinde kendime
geldim. Yine bu ruh, bana danışmadan neler yapıyordu böyle? Ben ruhumla ekip
olamıyorum. Ekip olamayınca da o kendi isteklerini kovalarken ben kendi
hayallerimi tuzağa düşürmeye çalışıyorum. Uzunca bir lastiğin iki ucuna
bağlanmış iki vahşi hayvan gibiyiz. Birbirimizi hiç tanımıyor ve korkuyoruz.
Korkumuzdan aksi yönlere kaçışıyoruz; ama ayaklarımızdaki lastik esneyip
esneyip ortada buluşturuyor bizi. Yine korku, yine kaçışma ve yine ortada
buluşma. Bu kısır döngüye hapsolmuşluktan bıktım artık. Beyin aslında bedene
ait bir parça; ama o da sözümü dinlemiyor. Ruhumun masallarına kanıyor.
Durmadan aldanıyor. Hay ben onu komutan seçenin… Onun yüzünden bedensel ordum
daima mağlup, yani yenik, yani yetersiz, yani eksik, yani bitmiş… İçten
çökertiyor beni ruhum. Bir anlayabilse, o benim ruhumsa ben de onun bedeniyim.
Ruhun sürekli kazandığı yerde habire kaybeden beden de onun. Yani bu, şuna
benziyor: İki elinle bilek güreşi yapıyorsun. Sağ elin de kazansa sol elin de
kazansa senin bir yanın daima yenik… Yani bir yanınla sürekli tebrik alırken
diğer yanınla durmadan yuhalanıyorsun. Adeta kendi ellerinle bir ayağını yere
zincirlemişken diğer ayağınla dünyayı gezmek istiyorsun. Akıllı geçiniyorsun; ama
aptalsın.
Ey akıl, benim tarafımdasın; ama
bunu anlayamamışsın. Yazık ki sen anlamadıkça biz sürekli yenileceğiz…
Etiketler: Çayyaş Edebiyat, Demet Yener
0 Yorum:
Yorum Gönder
Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]
<< Ana Sayfa