5 Eylül 2013 Perşembe

ÖzGüRlÜk!


Günlerin geceleri hasret ve yorgunlukla karşıladığı, nadasa bırakılmış günlerindeydi ömrünün. Dünyayı taşıyamıyordu çelimsiz omuzlarını taşıyan dermansız dizleri. Uslanmaz usunun ıssızlığında kendiliğiyle baş başa olmak onu çok mutlu ediyordu. Her zaman bir “öteki” gerekmeyeceği kanısındaydı. İnsan var olmak için ötekine muhtaç değildi. Toplumsallaşmak insan olmanın gereğiymiş gibi davranmıyordu. Koyun sürüsü gibi, eline gücü geçirenin söylediği masalsı ifadelere inanmıyordu. Bu sürüden acaba kaçı “Bunlar doğru mu?” diye düşünmüştü. Eline ne verirsen, kulağına ne söylersen ona göre yaşayan “robot insan” olmamaya kararlıydı. O sürekli sorguluyordu, şüphe duyuyordu. İlk sorusu “Ben kimim?” olmuştu düşünmeye ilk başladığında. Zamanı, daha ne olduğunun farkına varamadan tükenen pamuk helvalara benzetiyordu. Tadı damağında kalan bir tatlı sadece zaman. Fütursuzca eriyip giden.
İnsanlara güven duymaya çalışmak, onları tanımak için çabalamak, onları hayatına almak, onlara göre bir düzen kurmak ona göre boş bir çabalar dizisiydi. Sabahları ekmeğini, gazetesini yıllardan beri aynı marketten alıyordu. Sonra aynı yolu yürüyüp ağaçların göbeğindeki evine gidiyordu. Ama ne marketteki kadını ne de yol boyu var olan iki evde yaşayanları tanıyordu. Yalnızlığına ihanet etmek istemiyordu.
Evinde telefonu yoktu. Televizyonsa ona göre çok gereksizdi. Kurmaca hayatların sahnelendiği o sahte dünyanın esaretinden kendini koruduğu için mutluydu. Onun için varsa yoksa kitaplarıydı. Platon’la devlet yönetimini, Aristoteles’le metafizik dünyayı, Thomas Moore’la da kendi ütopik dünyasını tartışıyordu gecelerce ve günlerce. Onlarla mutluydu. Kapris yapmıyorlar, bir şeyler istemiyorlar, beklenti içine girmiyorlardı. Sadece ihmal edildiklerinde vicdanında derin ve engin bir ses olup kulaklarında çanlar çalıyorlardı.
Deniz kıyısında dalga sesleriyle konuşurdu bazen. Güneş, evinin bir penceresinden doğuyor diğerinden batıyordu. Huzurdu diğer ev arkadaşı.
Balıkçıların ardına düşmüş martılara takılırdı gözleri zaman zaman. “Onlar mı özgür yoksa ben mi?” diye düşünürdü.
Küçük bir evi vardı ama bahçesinde sayısız anısı vardı kitapları, yalnızlığı, deniz ve güneşle. Kapı, büyük oda ve mutfağın içinde olduğu alana açılıyordu. Duvarlarda sadece kitaplar vardı. Saat kullanmayı sevmezdi. Kimseye ve hiçbir şeye yetişmesi gerekmiyordu. Eriyen zamanı protesto ediyordu. Şöminenin karşısında el dokuma halısı ve sallanan sandalyesi vardı. Soğuk kış gecelerinde şöminesini yakar, sandalyesine kurulur ve o anda hesaplaşmakta olduğu kitabı eline alır, saatlerce okurdu. Pencerenin önündeki masasında yazardı genelde yazılarını. Bir de büyükçe bir koltuğu vardı. Çoğu zaman yatak odasına kadar gitmek yerine onun üzerine kurulur yatardı.
Mutfağında bir tava ve bir tencere ile iki tabak, iki çatal, iki kaşık ve iki bıçak vardı. Kendine göreydi düzeni. Domatesini kendisi yetiştiriyordu. Biberini, kerevizini… Hepsini kendi yetiştiriyor, ön bahçesinden toplayıp taze taze pişiriyordu. Evini seviyordu. Burayı kalesi gibi görüyordu.
Nedense 67 yıllık hayatında yaşamadığı bir duyguyu yaşamaktaydı son günlerde. Ölüm onu korkutmaya başlamıştı. Kendi krallığında özgür ve mutluydu ama ELVEDA diyecek kimsesi yoktu, krallığını emanet edecek bir varisi de. Bundan yüksünmüyordu. Bu karar ona aitti ve asla pişmanlık duymamıştı. “Acaba?” sorusu aklına hiç takılmamıştı. Şimdi sadece varlıkla yokluk arasındaki muammaya takılmıştı kafası. Onca kitap, onca anı, onca yazı hiçliğe mahkûm olacağı için tedirgindi. Kullandığı bedene bile yabancılaşıyordu bazen. Bunca şeye sahip olmak ne kadar anlamlı olabilirdi ki? Ruhu bedeninin terk ettiği anda her şey son bulacaktı ona dair. Tıpkı ana rahminden çıktığı anda başlaması gibi. Kaçınılmaz sonu düşündükçe yaşamını daha da anlamsız buluyordu. “Neden doğardı insanlar ve neden ölürlerdi sonra?” Hayat mesaisini tüketen, şapkasını alıp gidecekse kendini bunca yıl yalnızlığa mahkûm ederek özgür olduğunu ilan eden kendisi de bir yalan mı olmuş oluyordu? O da kendi mesaisini tüketmek üzereydi. Bu ve bunun gibi bir dolu düşünce, günlerini ve gecelerini kâbusa çevirmişti. Kendisinin, sırf kendi çıkarını düşünen bireyci, bencil ve çıkarcı biri olduğundan şüpheleniyordu. Kendi keyfi için hiç kimseye değer –belki de hak ettikleri değeri- vermiyordu. Peki, neydi bu insanlara karşı güvensizlik? Tek derdi özgür olmak mıydı yoksa kendini korumak mıydı şuan için bilmiyordu.
Yalnızlığı (özgürlüğü) neden seçtiğini düşündü günlerce. Kabul etmese de tüm yanıtları “önceki hayatım” dediği çocukluğunun kötü karakterine çıkıyordu; babasına!
Mum ışığında oturmuş, penceresinden sahili izliyordu. Çakan şimşekler yüzünden elektriksiz kalan evinde ışık dalgaları oluşuyordu. Bir şimşek, sonra mum, bir şimşek, sonra mum… Ömrünün yaşanmışlıklarını demlemişti o gece. Hayalleri, çürüyen bir et parçası gibi dağılırken, yıkılmamak için dirseklerini masaya dayadı. Aslında dilsiz hislerini kilitli kutudan çıkarmak istemiyordu ama; karmakarışık beyni bu konuda onu dinlemiyordu. İd, ego, süper ego ayrımı kalmamıştı. Hepsi birbirine girmişti artık. Ve sonunda “önceki hayatının” kapılarını araladı. Bir ışık hüzmesi içinde geçmişe yolculuğa başladı. Ona “Ben kimim?” sorusunu sorduran, şüpheci ve özgür (yalnız) yapan şeyle(!) yüzleşecekti o gece. Ve babasıyla karşı karşıya geldi. Hani nefret ediyordu ondan? Peki, niye doldu yaşlı gözleri? Gözlüklerini koltuğa fırlatıp dişlerini sıkmaya ve şakaklarını yavaş ama; sert bir şekilde ovalamaya başladı. Babasına dair tek hatırladığı, onun hiç bitmeyen gidişleriydi. Ve bu gidişlerle birlikte tüm hayati bağları babasına uzanan annesinin yıkılışları. Zihninde yıllardır ertelediği o kaçınılmaz hesaplaşma başladı.
Babasının hayaliyle konuşmaya başladı düşünceleri. “Sen bizden defalarca gittin. Her gidişinden sonra farklı bir “SEN”di bize dönen. Öyle kavramıştık ki seni, hangi iklimden geldiğini gözlerinden anlıyorduk. Her gelişin, umut çiçekleri ekiyordu yüreklerimize. Annemle her defasında “Bu son!” diyorduk ama hep yanıldık. Ailemiz, serumla yaşatılan bir hasta gibiydi. Ve ölümcül virüsümüz ise bir türlü tam olarak kurtulmayı başarmamıza izin vermeyen, tam gidişine alışmışken dönen ya da ‘Tamam artık gitmeyecek!’ derken ansızın çekip giden SENDİN!”
Annesinin yıkılmışlığı, onun yalnızlığı (özgürlüğü) seçmesinin yegâne sebebiydi aslında. Küçücük ruhuna işlemişti bu yıkılışlar, bu şiddetli depremler. Hep arkada yol gözleyen bir kadın rolüne karşı çok tepkiliydi. Böyle tüketilecek bir hayatı kesinlikle reddediyordu. Hayatına kimseyi almadığı takdirde asla ‘bekleyen’ olması gerekmeyecekti. Kimse onu böylesi ezemeyecekti. Yaşama sevincini incecik bir şırıngayla damarlarından yavaş yavaş çekip alamayacaktı. Yıkıntıları arasında çürüyüp gitmekten kurtulacaktı böylece. Enkaz altında duygularını yitiren annesi gibi olmayacaktı. Nefret edilen bir baba seçmeyecekti çocuklarına. Hatta kimsenin hayatının yıkılışına sebep olmamak adına çocuk bile yapmayacaktı. Her gelişinde sahte gülüşlerle sarılan bir baba onun hayata başlama döneminin en büyük travmasıydı. İlk aşkı olan babasından hayata dair aldığı en büyük ders buydu, bu vurgundu. Bunu bir daha asla yaşayamazdı. Hayatına kimseyi almazsa kimseden yara da almayacaktı kendince. ‘Aile kutsaldır.’ demişti öğretmeni ona ilkokul yıllarında. Kutsalından aldığı yaralara bakarak ilk ve tek kararını verdi hayata dair: ASLA ÖZGÜRLÜĞÜNE TUZAK BİR İLİŞKİ YARATMAYACAKTI HAYATINDA. Bu güvensizlikle ne bir arkadaş edinebildi ne bir komşu ne de sevgiyle işlenmiş küçücük bir “merhaba” sarf edecek bir kişi. Kimsenin sorumluluğunu alamadı, kimseye de kendisinden sorumlu olma hakkı tanımadı. O hep yalnız (özgür) yaşadı. Hep… Ve görünen o ki bu güne kadar hiç kafa yormadığı bu kararın ve tümüyle yalnız (özgür) geçen bu hayatın tek sebebi (sorumlusu) yalnızca babasıydı… Ya da hayatın ona “Bu senin baban!” dediği o sorumsuz adamdı…
Bu hesaplaşma çok yormuştu onu. Düşlerin çıkmaz sokaklarında yolu belirsiz bir yolcu gibiydi. Pusulasını kaybetmişti. Durmuş saat bile günde iki kere doğruyu gösterirken o, kendini asla doğruyu bulamamış gibi hissediyordu. Yorulmuştu. Yorgun zihniyle sandalyesinden kalktı. Zorlukla doğrulttuğu beline elini koyarak kendisine yine kendi destek oldu. Bu gece yumuşak bir yastıkta uyumak istiyordu. Yatak odasına yöneldi. Birkaç adımdan sonra durdu, önce şöminesine ve sallanan sandalyesine sonra da kitaplarına ve yazılarına baktı. Yönünü değiştirip sandalyesine oturdu. Elinde eski bir aile fotoğrafıyla oracıkta uyuya kaldı. Bu karşılaşma ve hesaplaşmadan yorgun düşmüştü güçsüz yüreği.
Sabahın ilk ışıklarıyla yapraklardaki damlalar ışıl ışıl parlıyordu. Martılar acı çığlıklarla balıkçı teknelerinin ardında amansız bir takip içindeydi. İçerideyse çoktan demlenmiş olması gereken çayda hiçbir hareketlilik yoktu. Şömine tamamen sönmüştü ve geceye onun ellerinde başlayan aile fotoğrafı yerdeki halının üzerinde duruyordu. Yüzünde sıcak, içten, küçük bir gülümseme vardı. Sanki şüphelerinde haklı çıkmıştı. Sanki gerçekten de “varlık” diye bir şey “yok”tu. Çünkü o, gece batarken “var”dı, ama artık “yok” olmuştu. O küçük evde bir daha ne yönetim ne metafizik ne de ütopyalar tartışılacaktı. Çelimsiz çaydanlık alev alan ocakla ısınmayacak, şömineye itinayla dizilen odunlar olmayacak ve o kitaplar tozlu raflarda artık hiç kimse tarafından anılmayacaktı. Yazılarını ise bedenini terk eden ruhunun yokluğunu fark eden birileri belki şans eseri gözden geçirecekti. Özgürlükmüş, bağımsızlıkmış yalandı. Bedeni o sandalyeye çakılıp kalmışken o tüm dünyayı gökyüzünden izliyordu. Sızıları yok olmuştu. Ruhu, bedeninin ağırlığından soyunmuştu. Artık hiçliğe daha da uygundu. Hiç olmazsa bir ömür boyu aradığı cevabı bulmuştu. Cevaptan memnun olup olmadığına karar vermese de artık düşünecek çok zamanı vardı nasılsa. Ama bir çıkarım yapabiliyordu. Sonunda başarmıştı: “Varlık aslında yokluktu!”…

Etiketler: ,

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa