17 Şubat 2014 Pazartesi

Ahmet Hamdi Tanpınar ve Deniz Şehirleri (Makale)

Pınar Andaç



Edgar Allan Poe’nun Annabel Lee’si ile lise sıralarında ilk karşılaştığımda, şiirdeki “deniz ülkesi” laytmotifi aklımda şiirden artakalan en önemli ayrıntı olmuştu. Bu iki sözcük beni yaşadığım ilçeden alıp karanlık suların ay ışığı ile dans ettiği bir sahile götürüyor, o zamanlarda şairin acısı bana çok uzak da olsa ruhumu bir yerinden yakalıyordu. Daha sonraları zaman zaman Melih Cevdet’in bu sanatkârane çevirisini okuyup o zamanki hislerimi duymaya çalışsam da bunu tam anlamıyla başaramadım. Ama “deniz ülkesi” ifadesiyle birlikte yine aynı çağrışımlar zihnime üşüşüyordu.  Söz konusu şiirin şairi Poe olduğu için karanlık, belki de sisli bir deniz, gotik bir atmosfer ve karanlık dalgaları seyreden bir mezar…  Şiirde ”deniz ülkesi” denmese zihnimde bunca şey canlanır mıydı bilmiyorum ama şiirdeki bu imge, şairin matemi ile aramda bir köprü vazifesi görmüştü.  Gerçekten de bir dekor olmasının yanı sıra ilham kaynağı olarak da deniz, şair ve yazarların muhayyilelerinde şekillenir,  eserlerinde her zaman önemli bir yer tutar.  Onu bazen Tevfik Fikret’in dizelerindeki gibi mavi bir göz olup şairin acılı kalbine ağlarken, bazense Yahya Kemal’in Açık Deniz’indeki gibi bin başlı bir ejder kılığında heybetli Osmanlı Devleti olarak görürüz. Kaçıp sığınılacak bir ada için yoldur kimi zaman. Bazen de en az akşam kadar hastadır ve onun çökmesiyle birlikte, sevgilinin saçlarına rüzgârını bırakır. Haşim’in O Belde’sinde olduğu gibi…

Yaşadığımız coğrafyada gerçekleşmiş mühim olaylara, Osmanlı’nın son dönemlerine,  iki önemli savaşa şahitlik etmiş, Türkiye Cumhuriyetinin ilk yıllarını ve 27 Mayıs darbesini görmüş bir isim olan Ahmet Hamdi Tanpınar için vazgeçilmez sayılabilecek iki kavramdan biri tarih ise diğeri de şüphesiz tabiattır. Onun ustaca yaptığı gözlemleriyle kaynağını tabiattan alan muhayyilesinin sentezine, okumaktan haz alan bir kişinin ilgisiz kalması olanaksızdır. Büyük ölçüde kendi şahsî birikimlerinden yararlanarak kurguladığı romanlarından, hatıra ve mektuplarına kadar hemen hemen her eserinde çevre, sadece bir dekor olarak kalmaz; estetik bir meseleye dönüşür. Tanpınar işte bu meseleyi öyle bir hünerle sunar ki, o çevreye dâhil olan mimarî yapılar, yollar, tepeler, dağlar, başıboş bozkırlar ve nice tabiat unsuru, bir anda tüm yaşanmışlıkları ile gelir önümüze dikiliverir. Hal böyle olunca Tanpınar’ın nicelerine ilham kaynağı olmuş denize de duyarsız kalması mümkün değildir. Peki onun denizi tanımasına vesile olan şehirlerle ilgili izlenimleri nasıldır?  
Eserlerinde panteizmin etkilerini çok net gördüğümüz Ahmet Hamdi Tanpınar’ın denizle buluşması ufak yaşlarına rastlar. Babasının görevi gereği pek çok şehri görme fırsatı yakalayan yazar için Sinop, çocukluk anılarında önemli bir yer tutmaktadır. Sekiz-dokuz yaşlarındaki Ahmet Hamdi’nin o yıllardaki en büyük zevki “bir berzahta kurulu şehrin iki yanındaki deniz kıyısında oynamaktır”. Tabiatı sadece bir dekor olarak görmeyen, kişisel tecrübelerle doldurulan bir kavram olarak nitelendiren Tanpınar, yaşlılığında sık sık hatırlayacağı bu şehre, Sahnenin Dışındakiler romanında da yer verir. Romanın kahramanı Cemal de yazarla aynı yıllarda Sinop’tadır. Okula gitmediği günlerde kumsalda Delibaş Mehmet Ağa isminde bir ustayla birlikte zaman geçirir ve gemi yapımını seyreder.  Delibaş Usta, Tanpınar’ın günlüklerinde de bahsettiği bir kişidir ve onun yanında kalıp denizle daha fazla haşır neşir olma şansı yakalayan Ahmet Hamdi Tanpınar, daha sonraları Antalyalı Genç Kıza Mektup’ta Karadeniz sahilindeki bu şehirden bahsederken, “hiçbir şey büyük bir kumluk sahilde dalgaların birbiri ardınca çığlar halinde gelişi kadar güzel olamaz” der. Orhan Okay, Tanpınar’ın tam da bu ifade ile Sinop’ta kendisiyle ikinci defa karşılaştığı tespitini yapar. (Okay 2010, s.73)
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın denizle karşılaştığı ikinci şehir Antalya’dır. Antalya sanatçı için bir deniz şehri olmasının ötesinde Akdeniz’in kendisidir. O, bu şehri, bu şehrin denizini bütün bir Akdeniz olarak duyumsar. Sinop’ta tanıştığı denize bu şehirde gerçek anlamıyla tutulur ve onu dizelerine taşır. Sanatçının Akdeniz’i bu şekilde algılaması okuduklarını yorumlarken de kendini gösterir ve Orhan Okay’ın da belirttiği gibi Yahya Kemal’in şiirlerini incelerken onları Yunan Mitolojisindeki kavramlarla özdeşleştirir. (Okay 2010, s. 86) Bunun yanında kendisini büyüleyen Akdeniz’i romanlarında da işler. Sahnenin Dışındakiler romanında Cemal, Akdeniz’de M. diye zikredilen bir kasabada savaşa tanıklık ederken, Huzur romanında Antalya, yine işgal yıllarındaki haliyle karşımıza çıkar. Güneşin, sıcağın, verimin denizle buluştuğu tüm bu şehirlerde Akdeniz, umudun da adıdır. Onda denizsiz coğrafyaların sertliğinden eser yoktur. Güneşten ayrı kalmayan bu deniz, insana tüm kederleri unutturacak niteliktedir. Belki de genç Ahmet Hamdi’yi o çağlarda çeşitli hülyalara sürükleyen de bu aydınlıktır. Birçoğumuz gibi Tanpınar da güneşin aydınlattığı, anlamına anlam, rengine renk kattığı bu denizi, daha çok sevmiştir. Antalya’nın denizi için yazdığı Sonbahar isimli şiirinde denizi güneşten ayrı düşünemediği çok açıktır. Şiirde, yazın sona ermesiyle birlikte adeta veremli bir hasta gibi eriyip yiten ve geçen bir yazın ardından rüzgârıyla ona mersiye söyleyen bir deniz vardır.
Antalyalı Genç Kıza Mektup’ta Antalya yaşantısına dair birçok ipucu yakalarız. Yaşı büyüdüğü için deniz kıyısında dilediğince gezme iznine sahip olan genç Ahmet Hamdi, bu vesileyle denizin çeşitli hallerine de tanıklık eder ve deniz kıyısında akşam olup da serinlikten ürperene kadar kalır. Daha sonradan İstanbul’da sisli bir günde Baki Suha Ediboğlu’na söylediği şu sözler Antalya hakkındaki duygu, düşüncelerini ve özlemini ortaya koymaktadır:
“Ah şimdi Antalya’da olsaydık  ve benim yaşım on yedi olsaydı… derhal mektepten kaçar, sahile gider, bir kayanın üzerine oturur, sevdiğim kızı düşünürdüm. Meltem rüzgarlarına karşı gözlerimin yaşı kururdu.” (Ediboğlu 1968, s. 34-35)
Antalya yıllarında belki biraz da yaşının etkisiyle şiirle daha fazla ilgilenir olmuştur. Özellikle Güvercinlik Mağarası, şiirlerinde açıktan olmasa da çeşitli imgelerle karşımıza çıkar. Deniz mağarası kavramı bu yıllardan kalma olmalıdır ve sanatçı bu motiften öyle hoşlanır ki Aydaki Kadın romanında da aynı şekilde deniz mağarası ifadesi yer alır. (Okay 2010, s. 93)
Tanpınar İstanbul’da doğmuştur ve Sahnenin Dışındakiler’de sanatçının İstanbul’daki çocukluk yıllarıyla ilgili ipuçlarına rastlamak zor değildir. Ama onun, Beş Şehir’e konu olan şekliyle İstanbul’la karşılaşması hocası olan Yahya Kemal’in düzenlediği geziler sırasında olur. Beş Şehir’de on beş kısımda ele aldığı İstanbul’u hep bu gezilerin bir ürünü olarak okuruz. Yahya Kemal’i tanımasıyla birlikte İstanbul’un çocukluğundan hatırında kalan görüntüleri bir tarih bilinciyle birleşir. Beş Şehir’in İstanbul başlıklı bölümünde Boğaziçi’ne, şehrin sahip olduğu kültürel birikime, Osmanlı Devletine, onun sanatına, mimarisine, musikisine, edebiyatına kadar pek çok ayrıntıyı buluruz. Tanpınar Beş Şehir’de tüm bu hatıraların kendisini çektiğini itiraf ederken ekler; “aradığım şey ne onlar, ne de zamanlarıdır (…) Bizi onlara doğru çeken bıraktıkları boşluğun ta kendisidir. Ortada izi bulunsun veya bulunmasın, içimizdeki didişmede kayıp olduğunu sandığımız bir tarafımızı onlarda arıyoruz.” (Tanpınar 1990, s.222) Tanpınar’a göre en büyük meselemiz maziye ne şekilde bağlanacağımızdır. Değişen şartlar altında mazinin kalbi vaziyetindeki İstanbul şehrinde, bu mesele daha da derinleşir. Hemen hemen her romanına sahne olan İstanbul, şiirlerinde net olarak yer almaz. Orhan Okay, eserinde bu durumu Tanpınar’ın şiirinin soyut olmasıyla açıklıyor. (Okay 2010, s.123)
Tanpınar bulunduğu her yerde, kendi benliğinden ve geçmişinden yola çıkarak tarihimizin peşine düşmüş, bu yolculukta başarıya ulaşmıştır. Romanlarında da, diğer eserlerinde de şehirleri sadece kendi devriyle ele almayıp asıl hüviyetlerini kazandıkları olaylarla birlikte duyumsamış, okuyucusuna da bu tadı yaşatmıştır. Bundandır ki Tanpınar’ın okuyucusu eserlerinde adı geçen bu şehirleri ziyaret ettiğinde şehrin mimarisini ve tabii unsurlarını biraz da onun cümleleriyle algılar. Bursa’nın, İstanbul’un camilerini, Ankara Kalesini, Akdeniz’de gün batımını onun hatıralarını anımsayarak seyreder, onlarda sıradan bir gözün göreceğinden farklı yanlar keşfeder. Tanpınar, geçmişi unutmadan, geleceğe umutla kucak açmış ve bugünün rüzgârının bizi çalışkan ve mesut bir geleceğe götüreceğine inanmıştır. Belki de bu yüzdendir ki hala okunmaya, araştırılmaya devam ediyor.
Referanslar:
EDİBOĞLU, Baki Suha, Bizim Kuşak ve Ötekiler, Varlık Yayınları, İstanbul: 1968.

OKAY, Orhan, Bir Hülya Adamının Romanı Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergâh Yayınları, İstanbul: 2010.
TANPINAR, Ahmet Hamdi, “Antalyalı Genç Kıza Mektup”, Tanpınar’ın Mektupları, Haz. Zeynep Kerman, Dergâh Yayınları, İstanbul: 1992.

TANPINAR, Ahmet Hamdi, Beş Şehir, Kültür Bakanlığı, Ankara: 1990.
TANPINAR, Ahmet Hamdi, Sahnenin Dışındakiler, Dergâh Yayınları, İstanbul: 2005.

*Bu yazı, Ayraç Kitap Tahlili ve Eleştiri Dergisinin 36. sayısında yayınlanmıştır. 

Etiketler: ,

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa