17 Şubat 2014 Pazartesi

...

Bir varmış bir yokmuş…
Böyle başlar masallar. İnsanlar da örneğin geçen hafta varken şimdi yok oluveriyor. Ama onun varlığını öldüğünde dahi hiç kimse reddedemez. Dedim ya kimse ölenin varlığını reddedemez. Ama görmek, duymak, dokunmak istesek; yok. O halde kimse yokluğunu da reddedemez. “Bir süre için vardı; ama şimdi yok.” demek en doğrusu. O halde kabul etmeli ki varlık ve yokluk bir ve aynı şeydir. Maddenin sürece bağlı değişimidir. Aynı buzun eriyerek önce suya ve sonra da buhara dönüşmesi gibi. Buz, buhar olunca yok olmuyor; sadece biçim değiştiriyor. Ya da sıcak çaya atılan kesme şeker de yok olmuyor, biçim değiştiriyor. Ama eskisi gibi görmek, dokunmak istesen, yok. O halde varlık, yokluktur.
Var olmakla yok olmak arasında bir fark yoktur. Bu tezi doğrulayan sayısız örnek bulunur. Odun yanıp küle döner ve kül de rüzgârda savrulup dağılır. Yine sürece bağlı bir biçim değişimi vardır. Ölüm de böyle; beden ölür, toprağa gömülür, çürür, yok olur. Yine sürece bağlı olarak değişmektedir biçim. Ruhu durur yerinde; şekerin tadı, odunun külü, suyun buharı gibi insanın ruhu kalır geriye. Ve biz biliriz ki bu; yok oluş sürecidir. Yine de severiz, anarız, düşünürüz, anılarda yaşatırız. Herakleitos’a katılmamak ne mümkün: ”Aynı nehirde iki kere yıkanılmaz.”
Değişmeden kalmayı başaramayız. Sadece Tanrı’da işe yaramaz bu tez. Tanrı için doğruluğu düşünülemez. Çünkü Tanrı var edilmiş değildir, var edendir. O, evreni bu düzende yaratandır. Onun varlığının su, odun, şeker ya da insan gibi maddi kanıtı yoktur. Onu göremeyiz, duyamayız, tadamayız, koklayamayız ya da ona dokunamayız; ama var olduğunu biliriz. Bu, duyular üstü bir durumdur. Tanrı’ya var demek; onu yarattıkları üzerinden görmektir. Mükemmelin tek yaratıcısı, kusursuzu ortaya koyandır O. Onda varlık, asla yokluk değildir. Ama evrendeki diğer her şey için varlık; yokluktan ibarettir.
Varlığı yokluğa eş olan ve kaçınılmaz olarak Tanrı’nın yarattığı varlıklar olan insanlar içinde ölmüş insanların tümü yoklukta demektir. Ama anılarda, düşüncelerde, hayallerde ve öğrenilenlerde yaşatılıyorlar hâlâ.
Ölümü yok oluş, doğumu var oluş saymak gafletinden öte yaşamı bir mucize olarak görebilmek gerek! İnsan sevip sevildikçe mucizenin kıymetini yücelterek ilerletir bu süreci. Kırıcı, yıkıcı, umursamaz, beğenmez ve dolayısıyla sevilmez olunca da Tanrı’nın yarattığını hor kullanmaktan dolayı bir cehennemi yaşar. Ölüm bir oyundur aslında; tek perdelik yaşamın kapanışını yapar. Doğumunda ağlattığın gibi ağlatırsın ölümünde de. Ne farkı vardır ölümün doğumdan? Biri başı, biri sonu anlatır o kadar. Yani aynı şeydir aslında var ve yok. Yaşarken “var” oluruz; ölünce “yok” oluruz, o kadar.
Şimdi ölmüş ve bu dünyayı terk etmiş tüm o insanlar neler düşünüyorlardır acaba? “Bir varmışım, bir yokmuşum. Varlıkla yokluk arasında bir şeymişim ben; geçişi, süreci temsil eden. Kundağımla kefenimin arası kadarmışım. Bir nefes kadar sıcak, bir ölü kadar soğukmuşum. Hem var hem yokmuşum. Oldum sandığımda hammışım. Yere ancak bir kar tanesinin toprağa düştüğü an kadar sağlam basmışım. Çocukluğuma el sallayan gençliğim kadarmış yaşlılığım. Vadem kadar kalmışım. Alnıma yazılan kadarmışım. Evlatlarım, torunlarım, eşim… Bir varmışım, bir yokmuşum…”

Etiketler: ,

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa