4 Şubat 2014 Salı

İlk Polisiyemiz: Esrâr-ı Cinâyât (Makale)

Pınar Andaç

1884 yılında Beyoğlu mutasarrıfı ülkeyi terk ettiğinde halkın büyük bir kısmı bunun, Tercümân-ı Hakîkat Gazetesinde tefrika edilen bir roman yüzünden olduğunu tahmin etmişti. Çünkü bir süredir okudukları romandaki Mecdeddin Paşa’nın, o dönemin- sefih hayatıyla meşhur-Beyoğlu mutasarrıfını temsil ettiği gayet açıktı. Zaten yazar, romanda Mecdeddin Paşa’yı tanıtırken yazmıştı: “Beyoğlu mutasarrıfı denildiği zaman hatıra nasıl bir adam geliyorsa öyledir”[1]
Paul Fesch, Sultan Abdülhamit dönemi İstanbul’unu konu alan eserinde Tercümân-ı Hakîkat’in mutasarrıfı adam etmek için bunu yaptığını söylüyor.[2] Fikirlerini ve eserlerini hatırlayacak olursak yazarın böyle bir fayda sağlamak istemesi olası. Ne var ki romanın asıl amacı bununla sınırlı değil elbet. Bu amaca ve romandaki kıssadan hisseye değinmeden önce Esrar-ı Cinâyât’ın klasik polisiye kalıplarına ne derece uyduğuna bakalım.
Esrar-ı Cinâyât, Berna Moran’ın Tzvetan Todorov’dan aktardığı polisiye türlerinden olan whodunit (kim yaptı) tarzı bir polisiye.[3] Yani ortada bir cinayet, bir katil ve cinayeti aydınlatmaya, katili bulmaya çalışan bir dedektif var. Bu açıdan bakıldığında Esrar-ı Cinâyât’ta da iki cinayet ve bu cinayetleri çözmek için kolları sıvamış Osman Sabri isimli bir müstantik (sorgu yargıcı ) ile Hafiye Necmi bulunuyor. Cinayetlerden biri İstanbul Boğazının girişinde, Kanlıkaya denilen bir kayacıkta gerçekleştirilen ve üç kişinin öldürüldüğü Öreke Taşı cinayeti, diğeri ise Halil Sûri isimli zengin bir Suriyelinin intihar süsü verilmiş ölümü. Müstantik Osman Sabri, bu iki cinayet arasındaki bağlantıyı batılı polisiye romanlarındakine benzer bir uğraşla çözüyor. Dahası bir yandan da az önce bahsettiğimiz mutasarrıfın gazabına uğramamak için çeşitli oyunlara girişiyor. Çünkü mutasarrıf, olayın şüphelilerinden biri olan Hediye Hanım’ın korunmasını istemekte.
Buraya, yani dördüncü bölüme kadar Ahmet Midhat’ın polisiye romanın hakkını verdiğini söylemek yanlış olmaz.
Ama dördüncü bölümden sonra Kalpazan Mustafa isimli bir kişinin Viyana’dan …Gazetesine (romanda gazeteden bu şekilde söz ediliyor) gönderdiği mektupları ve bu mektupların halk üzerinde yarattığı etkiyi okuruz. Okudukça da katilin kim olduğunu çok geçmeden anlarız. İşte bu noktada klasik whodunit tarzı polisiye romanlardan farklı bir durum çıkar ortaya: Polisiye romanın olmazsa olmazı gizem unsuru ortadan kalkar. Artık cinayetlerin aydınlanmasında müstantiğin pek bir rolü kalmamış ve halk olayların çözümlenmesine şahitlik etmeye başlamıştır. Kısacası klasik polisiyenin asıl meselesi olan “katil kim”, yerini “katilin ve diğer suçluların sonu ne olacak”a bırakır.
Romanda gazetenin oynadığı rol de ele alınmaya değer bir konu. İlk cinayet olan Öreke Taşı olayı bir gazete haberiyle okuyuculara duyurulur. Romanın sebeb-i telifi olarak bile halkın bu habere duyduğu merakın giderilmesi gösterilir. Yazar bu durumu “gazeteci âlemin bu kadar merakını görünce bu cinâyet-i acîbeyi muhit olan esrarın keşfini cümleye karşı deruhte ederek, binaenaleyh meydana şu tahririne başladığımız romanın zeminini teşkil eyleyen bir roman çıkarmaya sebep oldu”[4] diyerek bildirir. İlerleyen sayfalarda Osman Sabri’nin cinayetin aydınlatılması için gazete muharriri ile işbirliği yaptığını görürüz. En önemlisi ise katil Kalpazan Mustafa işlediği cinayeti anlattığı mektuplarını muharrire hitaben yazar ve gazeteye gönderir.
Tüm bunlarda Ahmet Midhat’ın gazeteci olmasının ve o sektörü çok iyi tanımasının yanı sıra romanın yazıldığı dönemde gazetenin sosyal hayattaki rolünün de etkisi büyük. Tanpınar o dönemi anlatırken “hiçbir yerde gazete bizdeki role benzer bir rol oynamıştır” der. “Başka yerlerde o, düşüncenin daha geniş surette topluma yayılması için seçtiği hareket sahalarından biridir. (…) Bizde ise bütün işaretler ondan gelir. Kalabalık onun etrafında kurulur. Okumayı o yayar. Mekteplerin uzak bir gelecek için hazırladığı ocağı o tutuşturur”[5]
Toplumun bilinçlenmesinin, fikir ve edebiyatın geniş kitlelere yayılmasının yanında daha sonra kitap haline getirilecek tercüme ve telif eserler de o yıllarda önce gazetede yayınlanıyor, bu sayede belli bir okuyucu kitlesi oluşuyordu. Bunun yanı sıra tiyatro, makale, deneme, tenkit gibi batılı türlerin edebiyatımıza girişinin de gazete kanalıyla olduğu düşünülürse Ahmet Midhat’ın roman boyunca gazeteye neden bu rolü yüklediği daha net anlaşılır. 
Cinayetlerin samimi bir tür olan mektuplar vasıtasıyla anlatılması ise okuyucunun olaylara Kalpazan Mustafa’nın açısından bakması yönünden önemli. Bu anlatım tekniği yalnızca romandaki gazete okuyucusunun değil, roman okuyucusunun da Mustafa’ya hak vermesine neden olur. Ne var ki, bu onu cezadan kurtarmaz.
Eserin polisiye türündeki ilk roman olması eksikliklerini görmezden gelmemiz için bir sebep sayılabilir. Zaten Ahmet Midhat’ın klasik polisiye romanlarındaki gibi bir heyecan yaratmaktan ziyade ders vermeyi amaçladığı da belli. Yazarın bu türü seçmesinin verilmek istenen ders için bir araç olduğu bile söylenebilir. Öyle ki Ahmet Midhat’ın romandaki eğitici tavrı romanın hemen birinci bölümünün son kısmında başlar. Burada yazar, keyfî uygulamaları barındıran eski hukuk sistemini eleştirerek değişen hukuk sistemini okuyucuya tanıtır. İkinci bölümde intiharın ahlakî açıdan ne kadar yanlış olduğuna değinirken, romanın son bölümünde İslâm hukukuna göre cezayı anlatır. En nihayetinde ise kıssadan hisseye gelir; romandaki suçluların mahkeme tarafından verilen cezalarına ilâveten ilâhî adaletin ne şekilde tecelli ettiğini gösterir. Mutasarrıf utancından tıpkı gerçekte olduğu gibi İstanbul’u terk eder. Hediye Hanım üç yıllık kürek mahkumiyetiyle kurtulduğu olaydan sonra sefil ve kör bir yaşlı olarak veda eder okuyucuya. Hediye Hanım’ın suçunu ispat etmek için İstanbul’a doğru yola çıkan ve suçunun mahkeme tarafından hafifletilmesi kararlaştırılan Kalpazan Mustafa ise mola sırasında çıktığı ağaçtan düşer ve bir çatal dala asılı kalarak feci bir şekilde can verir. Romanda iyiler de mükâfatını alır; Müstantik Osman Sabri, çalışma azmi ve kabiliyeti sayesinde işinde yükselir, Hafiye Necmi ise yıllar boyu her türlü davada onun yanında yer alır.
Bitirmeden şunu da belirtmek gerek, romanla ilgili yapılan çalışmalarda Esrar-ı Cinâyât’ın, Emile Gaboriau’nun Ahmet Midhat tarafından tercüme edilen ”Orcival Cinayeti” isimli eserinden esinlenerek yazıldığı söylenir. Ancak Gaboriau tercümesinden farklı olarak Ahmet Midhat’ın, kendi anlatım tarzını yeni bir tür ile harmanladığını ve polisiye türünde bir romana kültürümüzün damgasını vurduğunu görüyoruz. Hafiye Necmi’nin kocakarı kılığında Hediye Hanım’ın konağına girmesi ve elmas kaldırma adeti romanın öne çıkan kültürel motifleri.[6] Bir diğer motif de az önce bahsettiğimiz, karakterlerin ilâhî adalete teslim edilmesi ki bu tarz bir final ile yazar bir anlamda insanların koyduğu hukuk kuralların yetersizliğini okuyucuya sadece anlatmakla kalmaz, aynı zamanda gösterir de. Esrar-ı Cinâyât belki ilk polisiye romanımız olmasa onu daha çok bu yönüyle inceleyecektik, kim bilir.
[1] Ahmet Midhat Efendi, Cellat-Esrar-ı Cinâyât, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara: 2000, s. 219.
[2] Paul Fesch, Abdülhamit’in Son Günlerinde İstanbul, Pera Turizm Ticaret, İstanbul: 1999, s. 37.
[3] Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış II, İletişim, İstanbul: 2009, s. 191.
[4] Ahmet Midhat Efendi, Cellat-Esrar-ı Cinâyât, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara: 2000, s. 215.
[5] Ahmet Hamdi Tanpınar, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İbrahim Horoz Basımevi, İstanbul: 1956, s. 225.
[6] Canan Çamcı,  Ahmet Mithat’ın Polisiye Romanları,  Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul: 2006, s. 83.
*Bu yazı, Ayraç Kitap Tahlili ve Eleştiri Dergisinin 35. sayısında yayınlanmıştır. 

Etiketler: ,

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa