17 Şubat 2014 Pazartesi

Meleğin Gölgesi (İnceleme)



Meleğin Gölgesi bir ilk kitap. Ben hiç kitap yazmadım. O yüzden ilk kitabın nasıl bir heyecan olduğunu bilmem. Tahminim o ki gizliden gizliye kendi kendinize "güzel oldu be arkadaş" dedirtiyordur. Eş, dost kitaplığınızda adınızın yazılı olduğu bir kitabı görünce nasıl şaşıracaktır düşünsenize. Hem kitap haline gelen yazılarınıza en güzel şekil verilecektir yayın evince. Yazılarınız titizlikle ve düzenli bir şekilde dizgilenecek, ciltlenecek, kapağına bir resim, fotoğraf ya da kitabınızı tanıtan bir görsel eklenecek, arka kapağa ya kitabın içinden bir alıntı eklenecek ya da sizi tanıtan bir yazı ya da en güzeli kitabınız hakkında yapılan yorumlar.(Burada bir parantez açarak arka kapak yazılarına da değinmekte fayda var. Nedense bu arka kapak yazıları hep olumlu ve teşvik edicidir. Yayın evini anlamak lazım fakat ben bir kitabın arkasında da, 
        "yav arkadaş, adam boş bulunup bir kitap yazmış bari sen boş bulunup da okuma"
                                                                                                                                 Nethi Faci
        "ne bu şimdi..."
                       NewYork Times

       "bu adam neye elini atsa batırıyor, geçende kaynıyla ortak açtığı tavuk çiftliğini yakmış tavukları yemlerken. Biri, bu adama dur desin."             
                                       Halka ve Olayalara Karışmaya Mütercim

şeklinde yorumlar da görmek isterdim. Deli gönül coştu yine. Bu konuya ileride de değineceğim. Değinmezsem hatrım kalır çünkü.) Sonuçta bir bakıyorsunuz "Yeni Microsoft Word Belgesi 3", "son hali", "sakın SİLMEYİN" isimli word dosyalarınız kitap fuarlarında, D&R'larda efendime söyleyeyim özel etkinliklerde imzalanmaya hazır bir hâle gelmiş. Nerede sayfa düzenleme kutucuğundan kenar boşluklarını ayarlamaya çalıştığınız yazınız nerede elinizdeki kitap. Bir de basım yerinde üst üste 1,000, 5,000 veya 10,000(bu noktaya geleceğimi belli ettim ama...) adet kitabınızı gördüğünüzü hayâl etsenize. Kim bilir kimlere gidecekler. Şaşırırdım ben muhakkak. "Ulan" derdim. "Bilgisayar da ısınınca, iyice sıcaklar, bunalırım da ilham kaçar gider, diye pijamamı çıkarıp baksır ile yazdığım bu yazılar nasıl oldu da bu hâle geldi. Bu adamlar bir yerde yanlış yapıyor" derdim. Hatta ne yapardım biliyor musunuz canlar, paşalar, o an utanırdım basım evinde. Tam o sırada basım evinin kapısına yanaşırdı kamyon dağıtım için ve benim kitaplar da yüklenmeye başlardı. Hemen ben de koşardım kitapları taşıyan işçilerin yanına. Bir kişi yığının başında dururdu. Çok değil beş adım mesafe de bir işçi daha ben ise birinci işçiyle arasında beş adım mesafe olan işçiye beş adım mesafedeki kamyonun dibinde olurdum ve kitapları kamyona ben yüklerdim. Hatta hızımı alamaz, "Oğlum ikişer balya ikişer balya atın şunları, hızlanalım birazcık arkadaşlar. Bu tempoyla olmaz bu iş. Biraz dikkat lütfen." derdim. O ara es kaza basım evinin yolunun üstünden güzelcene bir kız geçse hele siz o zaman görün beni. İlk tepkimden bir otuz saniye sonra, "yav arkadaş siz bunları bana bırakın ben tek yapayım yoksa bu hızla olmaz bu iş, bak daha Tuğba Özay Hanım'ın Bedel adlı eseri var 50 balya. Az insaf. Çekilin bakayım kenara." derdim ve on beş adım uzaklıktaki balya yığınına gider iki balya alıyorsam üç balya alarak ve hafiften, güzelcene olan kıza tahrik edici bakışlarımı fırlatırdım. Böyle böyle benim kitaplarım da dahil olmak üzere 70 balya kitap üzerimden geçerdi. "Ulan" derdim belimi tutup. "308 sayfa ne yazmış bu Tuğba Özay, 88 sayfalık hikâye kitabı yazdım laptopun dört tuşunu yerinden çıkardım, vay ki ne vay." derdim. Kitabımdan bir tane yanıma alıp hemen eve giderdim. Kapıyı 5 yıldır evli olduğum eşim açardı. Bana bir sonbahar mevsiminin bulutları arasından fışkıran güneş huzmeleri gibi gülerdi, anlardım ben de onun bana olan sevgisini, anlardım ben de onun hayata karşı benle akıntıya kürek çekişini, içim ürperirdi. Basım evinin oradaki kıza kötü gözle baktığım için utanırdım. Allahım o gün ne çok utanırdım. 5 günüm bu utanç ve yüz kızarıklığı ile geçse kızıl derili olurdum. Daha sonra mahcup gözlerle eşime bakıp, "çekil çekil, don götüme yapıştı terden, vıcık vıcık oldum 70 balya kitap yükledim kamyona bu gün 50 balyası 308 sayfalıktı hem, çekil valla hiç sarılayım deme serengeti düzlüklerinde öğle ortasında ağaçsız kalmış keler gibiyim." derdim. Eşim beni anlardı. Ah eşim. Ah mine'l aşk ve min'el garaib'ül en'tellektüellezi ve râdikâl...
Evet efendim...
Bu yazımda elimden geldiğince Mustafa Başpınar'ın bu ilk hikâye kitabına değinmeye çalıştım. Oldu mu orasını bilemem ama ben çalıştım. Kitabı kesinlikle okuyun arkadaşlar. Belli bir süre sonra sağlam bir öykücümüzün kendiliğinden ortaya çıktığını göreceksiniz.

Etiketler: ,

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa