30 Ocak 2014 Perşembe

YAŞAMAK GİBİ (Fıkra)


Nasıl da inanılmaz bir aşk bu yaşamak! Neler atlatır insan ömründe, nelere katlanır; ama geçemez yaşamaktan. Karşılıksız ve tutkulu bir aşkın sancılarıyla sürdürür hayatını insanoğlu. Gerçek aşkı “Leyla ile Mecnun”la, gerçek dostluğu “Karagöz ve Hacivat”la birlikte tarih kitaplarının tozlu sayfaları arasına gömmüş olsa da içinde solduramıyor umut çiçeğini. Sevmek ruhumuza armağan edilmiş bir mucize gibi. Kırılıp dökülsek de vazgeçemiyoruz sevmekten. Oysa güneşi avuçlarımızda tutabilecek kadar masum olabilseydik ne güzel olurdu. Her sabah, yıldızları sepetine toplayan ay prensesi olabilseydik ya da denizdeki ay yakamozunda oynayan denizkızı, ne bileyim her birimiz bir beyaz atlı cesur prens mesela. Olamadık! Nefsine yenilen, güçsüz varlıklar olarak sürdürdük hayatımızı. Yarını yokmuş gibi koşaradım bu günü yaşadık, yaşıyoruz. Ütopyalarda, düşlerde, rüyalarda kalmış isteklerimizin çoğu. İçimizin kuytularına hapsettiğimiz iyiliğin gölgesinde yaşıyoruz hayatı. Yine de her gün yeniden seviyor ve seviliyoruz.
Binlerce kelebeğin kanat çırpışı gibi yüreğimizi hoplatan sevinçler yaşarken birdenbire kapkara zindanlara hapsedilen duygularımıza ağlarken buluyoruz kendimizi. An uymuyor asla önce ya da sonraya. Sevinci diri tutma çabalarımız bizi öyle yoruyor ki takatimiz kalmıyor doya doya gülmeye.
Öyle ki, çok gülünce mutlaka ardından ağlayacağına inanan insanlar var. Elimizdekiyle yetinmek yerine hep diğerini istiyor, kendimizi mutsuz ediyoruz. Çılgıncasına tüketmeye odaklı hayatlara hapsedilmişiz. Daha bu günden harcıyoruz önümüzdeki üç, beş, on yılı. Paraya kölelikle geçiyor günler ardı sıra. Oysa her doğan günün bir öncekiyle aynı olduğunu düşünmeye başladığımızdan beri doyumsuz olduğumuzu göremiyoruz. Her gün yeni bir sayfadır aslında. Nice güzelliklere gebe ve sadece bizim kalemimizle yazılabilen. Herkes, her şeyde iyi ve başarılı olamaz gerçeğini kabullenebilsek işin yarısını başarmış olacağımızı ne zaman anlayacağız acaba?
Ne zaman ki hayat denen sınav bizleri ayrı diyarlara uçurdu, ne zaman ki “biz” demenin doygunluğu yanında “ben” deme açlığını tercih ettik; işte o gün başladı dipte kalışımız. Ne kadar da mutluyduk üçü beşi paylaşırken. Yüzler, binler olduğundan beridir insanın sadece kendini düşünüşü. Doğayı parsel parsel bölüşmekle bitecek sandık sorunlar. Oysa kim verebilir ki bir kısrağa özgürce çayırlarda koşmanın tadını hipodromlarda. Kendimizi hapsetmekle yetinmedik; hayvanları, ağaçları, çiçekleri, eşyaları, duyguları hapsettik. Sonra ya elimden alınırsa korkusuyla tanışıp kilitler ardına gizledik “benim” olan her şeyi. Eskiden her şeye sahipken şimdilerde bazı şeylere sahibiz sadece. Komşusu açken tok yatamazken insanoğlu, artık etliyi sütlüyü bir değil her gün yiyebilmek adına kaç kişiyi kuru ekmeğe mecbur ettiğini görmez oldu. Bencilleşen ve bu bencillikle sayısız “ben” yaratan insanoğlu “biz” olmayı masallara bıraktı, tozlu raflara mahkûm etti.

Şimdi kapatıp gözlerinizi hayale dalın eğer sadece bu ana dair yarım dakikanız varsa. Hırsızlık, cinayet, tecavüz, iftira ve yalan olmadan, herkesin birbirini sırf var olduğu için koşulsuzca sevdiği, sabahları gülümseyerek “günaydın” diyerek işine gittiği, ekmek aldıktan sonra “hayırlı işler” diyebildiği, eve dönüşte insanlara “iyi akşamlar” demekte tereddüt etmediği, sofrasına koyduğu şeyin komşusunda, dostunda, tanıdığında da olduğunu bildiği bir tek gün geçirdiğinizi hayal edin. Zaten arkası kendiliğinden gelir. Çayırlarda yaşamak varken hiçbir canlı bataklığı seçmez. Tabi yaşam alanı bataklık olan canlılar dışında! Deneyin, çevrenize de önayak olun. “Ben tek başıma ne yapabilirim ki?” demeyin. Unutmayın ki “Güvenme güzelliğine, bir sivilce yeter; güvenme malına, bir kıvılcım yeter!”

Etiketler: ,

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa