11 Eylül 2013 Çarşamba

DENİYORUM


Ey, gönlümü gönlüne yasladığım, küçük dünyamın büyük insanları…
Bir dirilişin öyküsüdür bu!
Bir yeniden doğuş hikâyesidir.
Dinleyiniz…
….
Cellât gözlerinin peşime düştüğü bir geceydi. Bir serseri ıslığı tutturarak cadde sokak geziyordum. Usulca damladım gece yarısı pencerene; ama sen uyuyordun. Seni izledim pencerenden. Ay bütün gece ununu eledi üstüme. Bembeyaz bir örtüye sarılmış bir sabahta açtım gözlerimi yeniden sensizliğe. Fark ettim ki her şey için çok geçti bize dair. Zaman çoktan kaybetmişti kendini yüreğimdeki aşkın sarhoşluğuyla. Düzenin dışında akıyordu sanki saniyeler.
Bütün sıradanlığını kuşanan hayatta sanki her şey düzenin dışında gelişiyordu. Saatler doğrusallıklarını yitirmişti adeta. Akreple yelkovan, gelişigüzel bir akışa kapılan kâğıttan bir gemi misali düzensiz tiktaklarla yankılanıyordu bomboş zihnimde. Sakin bir denizi yarıp geçen bir sandalın istikrarsız dalgaları gibi çizgi çizgi; ama düzensiz. Zaman otoyolu ıssızlaşmıştı. Hiçbir levha, trafik lambası ya da işaret kalmamıştı ortalıkta. Gönlünce şerit değiştirebiliyor, çok hızlı ya da yavaş akabiliyordu zaman bundan gayrı. “İlerleme” diye bir şey söz konusu değildi artık zamana dair. Kırık bir aynadan güzel bir görüntü alınamaz ya, zaman da kırılmıştı artık incelen bir yerinden. Yazık ki ben de etkisizleşmiştim; benim hayatımda benim dışımda gelişiyordu. Elimde sadece kopuk kopuk an’lar kalmıştı hatırlayabildiğim. Aslında hayatı yavaşlatmak niyetinde değildim, sadece yaşamak istiyordum. Gözlerimi dikmiştim, ufkun aydınlık vadeden çizgisine. Bir ümit için dua ediyordum kesintisiz, kabul olmayacağını bile bile. Böyle ne kadar zaman geçirdim hiç bilmiyorum.
Derken ufka doğru doludizgin koşan zaman atının yelesindeyken ellerim açtım gözlerimi. Ama yüreğim çok kırık döküktü. İzin vermiyordu bitkisel hayattan çıkmama. Tarifsiz bir isyanla kabaran yüreğimin çığlıklarını bastıramıyordum. Ağır makyajlı sözler arasına ustalıkla gizlenmiş imalardan öylesi yorgun düşmüştü ki içine sürüklendiği tahammülsüzlüğü beni bile korkutur hale gelmişti. İnsanların arsızlığını izliyordu sükûnetle. Aklımla masaya oturup kararlar aldılar önce. Hayatımdan garnitür ilişkileri, çerez sohbetleri çıkaracaktım. Sanırım o zaman da birkaç beden büyük gelecek bana hayat.
Zihinsel çoraklık dönemi sona ersin istiyordum artık. İradem eline almak istiyordu yeniden yönetimi. Derken uyandım bir sonbahar sabahı çığlıklar atarak. Bu uyanış, okunan ezanların makamından belliydi o sabah. Yılgınlığın sonu gelmişti artık. Yüreğimle aklımın didinişine son veriyordu iradem bir isyanla. Sonunda kabullendi taraflar ve uyanış başladı. Silkinerek kendine geldi yüreğim, yaşanamadan biten büyük bir sevincin bekleyiş yüklü çığlıklarıyla. Suskundu; ama dilsiz değildi asla. Konuşkan bir suskunluk hâkimdi aynı sabah aklıma. Hem çok şeyler söylüyor, hem de hiç konuşmuyordu aynı anda. İradem biliyordu, bu yüreği taşıyarak ve bu aklı kullanarak defalarca kez binmişti tımarsız ve eğersizce umutların üzerine. Sonunda yine bir araya geldiler üçü. Artık ayrı ayrı söz etmiyorum onlardan; çünkü “ “ben” olduk artık “biz”.
Yalnızlığımın yanında öylece duran evcil acılarım vardı benim hep birlikte yaşadığımız. Yalnızlığım, yokluğumdan istifade ederek sarmıştı tüm hayatımı. Durmadan zehirli sarmaşıklar dikiyordu dibi delik saksılara. Yüreğimi delip geçen gözyaşları yoktu henüz görünürlerde. O gözyaşları ki, geceleri posta kutuma bırakılan imzasız birer intihar mektubu gibiydiler. Yine de aralamaya çalışıyordum tutkal sürülmüş gözkapaklarımı.
Yaşanmışlıklarımı teker teker çıkarıyordum yüreğimin gömdüğü yerlerden. Çıkaramazsam sonsuza değin bir mezar bekçisi olarak yaşayacaktım. Nasılsa biliyordum artık sevince olan hasretin asla dinmediğini. Maskesi düşmüş herkesi hatırlamak istiyordum, tuzaklarına hazırlıklı olmak istiyordum. Çalakalem bir vasiyet karalamamı isteseler yazacak bir tek anı bile hatırlamıyordum, hatırlamak istiyordum. Acısıyla ve de tatlısıyla…
Adına “dünya” dedikleri bu üstü açık tımarhanenin kapıları ardındaki hayata dönme çabalarım doğaçlama komalar gibi yaşandı çoğu zaman. Yitişteki kanserli düşlerimden arınıyordum artık. Gönlümün düş kırığı koleksiyonunu dağıtmakla başladım işe. Tımarhanedeyken yanlışlıkla açık bırakılmış bir kapı aralığından yalanla gerçeğin duraksızca sevişerek ürediklerini gördüğümden beridir korkuyorum doğru ile yalan arasındaki kantarın topuzunu kaçırmaktan. Tezatların aşkına şahit oluşumun ardından yaşadığım his, gözaltına alınmak gibiydi adeta. Doya doya ağlama isteğim reddedildi gönül kapılarımda. Bir doğrunun utana sıkıla yalana dönüştüğü, yalanlarınsa üçer beşer ve arsızca doğru oluverdiği ve neyin yalan neyinse doğru olduğunun önemini yitirdiği bir kaos ortamıydı içinde bulunduğum. O nedenle sıyrıldım üzerime adeta ölü toprağı serpilmiş dağılmışlığımdan. Ani bir kararla yerleşik hayata geçti içimdeki tüm göçebe duygular. Azılı bir kış mevsimiydi yaşanan yüreğimde. Beni bu yükten kurtaracak ameliyata girerken yaşlı ve sarhoş bir cerrahın elleri gibi titriyordu bedenim; ama başardım işte. Narkozsuzca yararak göğsümü, çıkarıp verdim bütün kırılganlığımı hayatın diktatör avuçlarına. Artık dağılıyordu puslu hava. Cevaplayamadığım soruların ardında beni bekleyen kanlı soru işaretleri teker teker yok olmuşlardı. Koca bir hikâyenin başkarakterleriydik biz; zaman, yüreğim, aklım, iradem ve BEN! Hayatın lezzetini almaya dair yeminler ederek çarpıp çıktım kapıyı dünya tımarhanesinden. Yüksekçe bir yerlerden baktım da korkmayınca çok sığ ve sıradan bir kostüme bürünmüştü sanki “DÜNYA”!



Etiketler: ,

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa