DENİYORUM
Bir dirilişin öyküsüdür bu!
Bir yeniden doğuş hikâyesidir.
Dinleyiniz…
….
Cellât gözlerinin peşime düştüğü
bir geceydi. Bir serseri ıslığı tutturarak cadde sokak geziyordum. Usulca damladım
gece yarısı pencerene; ama sen uyuyordun. Seni izledim pencerenden. Ay bütün
gece ununu eledi üstüme. Bembeyaz bir örtüye sarılmış bir sabahta açtım
gözlerimi yeniden sensizliğe. Fark ettim ki her şey için çok geçti bize dair.
Zaman çoktan kaybetmişti kendini yüreğimdeki aşkın sarhoşluğuyla. Düzenin
dışında akıyordu sanki saniyeler.
Bütün sıradanlığını kuşanan hayatta
sanki her şey düzenin dışında gelişiyordu. Saatler doğrusallıklarını yitirmişti
adeta. Akreple yelkovan, gelişigüzel bir akışa kapılan kâğıttan bir gemi misali
düzensiz tiktaklarla yankılanıyordu bomboş zihnimde. Sakin bir denizi yarıp
geçen bir sandalın istikrarsız dalgaları gibi çizgi çizgi; ama düzensiz. Zaman
otoyolu ıssızlaşmıştı. Hiçbir levha, trafik lambası ya da işaret kalmamıştı ortalıkta.
Gönlünce şerit değiştirebiliyor, çok hızlı ya da yavaş akabiliyordu zaman
bundan gayrı. “İlerleme” diye bir şey söz konusu değildi artık zamana dair. Kırık
bir aynadan güzel bir görüntü alınamaz ya, zaman da kırılmıştı artık incelen
bir yerinden. Yazık ki ben de etkisizleşmiştim; benim hayatımda benim dışımda
gelişiyordu. Elimde sadece kopuk kopuk an’lar kalmıştı hatırlayabildiğim. Aslında
hayatı yavaşlatmak niyetinde değildim, sadece yaşamak istiyordum. Gözlerimi
dikmiştim, ufkun aydınlık vadeden çizgisine. Bir ümit için dua ediyordum
kesintisiz, kabul olmayacağını bile bile. Böyle ne kadar zaman geçirdim hiç
bilmiyorum.
Derken ufka doğru doludizgin
koşan zaman atının yelesindeyken ellerim açtım gözlerimi. Ama yüreğim çok kırık
döküktü. İzin vermiyordu bitkisel hayattan çıkmama. Tarifsiz bir isyanla
kabaran yüreğimin çığlıklarını bastıramıyordum. Ağır makyajlı sözler arasına
ustalıkla gizlenmiş imalardan öylesi yorgun düşmüştü ki içine sürüklendiği
tahammülsüzlüğü beni bile korkutur hale gelmişti. İnsanların arsızlığını
izliyordu sükûnetle. Aklımla masaya oturup kararlar aldılar önce. Hayatımdan
garnitür ilişkileri, çerez sohbetleri çıkaracaktım. Sanırım o zaman da birkaç
beden büyük gelecek bana hayat.
Zihinsel çoraklık dönemi sona
ersin istiyordum artık. İradem eline almak istiyordu yeniden yönetimi. Derken
uyandım bir sonbahar sabahı çığlıklar atarak. Bu uyanış, okunan ezanların
makamından belliydi o sabah. Yılgınlığın sonu gelmişti artık. Yüreğimle aklımın
didinişine son veriyordu iradem bir isyanla. Sonunda kabullendi taraflar ve
uyanış başladı. Silkinerek kendine geldi yüreğim, yaşanamadan biten büyük bir
sevincin bekleyiş yüklü çığlıklarıyla. Suskundu; ama dilsiz değildi asla.
Konuşkan bir suskunluk hâkimdi aynı sabah aklıma. Hem çok şeyler söylüyor, hem
de hiç konuşmuyordu aynı anda. İradem biliyordu, bu yüreği taşıyarak ve bu aklı
kullanarak defalarca kez binmişti tımarsız ve eğersizce umutların üzerine.
Sonunda yine bir araya geldiler üçü. Artık ayrı ayrı söz etmiyorum onlardan;
çünkü “ “ben” olduk artık “biz”.
Yalnızlığımın yanında öylece
duran evcil acılarım vardı benim hep birlikte yaşadığımız. Yalnızlığım, yokluğumdan
istifade ederek sarmıştı tüm hayatımı. Durmadan zehirli sarmaşıklar dikiyordu
dibi delik saksılara. Yüreğimi delip geçen gözyaşları yoktu henüz görünürlerde.
O gözyaşları ki, geceleri posta kutuma bırakılan imzasız birer intihar mektubu
gibiydiler. Yine de aralamaya çalışıyordum tutkal sürülmüş gözkapaklarımı.
Yaşanmışlıklarımı teker teker
çıkarıyordum yüreğimin gömdüğü yerlerden. Çıkaramazsam sonsuza değin bir mezar
bekçisi olarak yaşayacaktım. Nasılsa biliyordum artık sevince olan hasretin
asla dinmediğini. Maskesi düşmüş herkesi hatırlamak istiyordum, tuzaklarına
hazırlıklı olmak istiyordum. Çalakalem bir vasiyet karalamamı isteseler yazacak
bir tek anı bile hatırlamıyordum, hatırlamak istiyordum. Acısıyla ve de
tatlısıyla…
Adına “dünya” dedikleri bu üstü
açık tımarhanenin kapıları ardındaki hayata dönme çabalarım doğaçlama komalar
gibi yaşandı çoğu zaman. Yitişteki kanserli düşlerimden arınıyordum artık.
Gönlümün düş kırığı koleksiyonunu dağıtmakla başladım işe. Tımarhanedeyken
yanlışlıkla açık bırakılmış bir kapı aralığından yalanla gerçeğin duraksızca
sevişerek ürediklerini gördüğümden beridir korkuyorum doğru ile yalan
arasındaki kantarın topuzunu kaçırmaktan. Tezatların aşkına şahit oluşumun
ardından yaşadığım his, gözaltına alınmak gibiydi adeta. Doya doya ağlama
isteğim reddedildi gönül kapılarımda. Bir doğrunun utana sıkıla yalana
dönüştüğü, yalanlarınsa üçer beşer ve arsızca doğru oluverdiği ve neyin yalan
neyinse doğru olduğunun önemini yitirdiği bir kaos ortamıydı içinde bulunduğum.
O nedenle sıyrıldım üzerime adeta ölü toprağı serpilmiş dağılmışlığımdan. Ani
bir kararla yerleşik hayata geçti içimdeki tüm göçebe duygular. Azılı bir kış
mevsimiydi yaşanan yüreğimde. Beni bu yükten kurtaracak ameliyata girerken
yaşlı ve sarhoş bir cerrahın elleri gibi titriyordu bedenim; ama başardım işte.
Narkozsuzca yararak göğsümü, çıkarıp verdim bütün kırılganlığımı hayatın
diktatör avuçlarına. Artık dağılıyordu puslu hava. Cevaplayamadığım soruların
ardında beni bekleyen kanlı soru işaretleri teker teker yok olmuşlardı. Koca
bir hikâyenin başkarakterleriydik biz; zaman, yüreğim, aklım, iradem ve BEN!
Hayatın lezzetini almaya dair yeminler ederek çarpıp çıktım kapıyı dünya
tımarhanesinden. Yüksekçe bir yerlerden baktım da korkmayınca çok sığ ve
sıradan bir kostüme bürünmüştü sanki “DÜNYA”!
Etiketler: Çayyaş Edebiyat, Demet Yener
0 Yorum:
Yorum Gönder
Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]
<< Ana Sayfa