23 Ocak 2014 Perşembe

KENDİNİ BİL (Fıkra)


Yunan Felsefesinin kurucularından biri olan ve aynı zamanda Ahlak Felsefesinin de kurucusu sayılan Antik Yunan filozofu Sokrates; “Kendini bil!” derken özdüşünümsel bir kimlik oluşturmanın gereğinden söz ediyordu. İnsanoğlu, diğer canlılardan farklı olarak yaşayabilmek için kendisine bir gerçeklik oluşturmak zorundadır. Bunun için de öncelikle kendinin farkında olmalı, sonrasında ise dünyanın şifresini kendi farkındalığıyla çözmelidir. Kendini bilen insan için yaşamak; hem kendisi hem de çevresi adına çok daha kolaydır.
Özel mülkiyet ve feodalite dünyaya egemen olmadan önceki “doğal insan”, her türlü özgürlüğün ve eşitliğin hâkim olduğu bir dünyada yaşıyordu. Jean Jacques Rousseau için doğal insan kirlenmemiş insandı. “Biz” duygusunun egemen olduğu, insanların birbirlerini ötekileştirmediği bir dünyaydı. İşin maddi boyutunu göz ardı edecek olursak, kimsenin hiçbir şekilde farklı sayılmadığı bir toplum hayali kurduğumuz bugünlerde birleştiricilik yerine ayrımcılık ön planda. İnsanlar sürekli; kilosuna, sesine, yeteneğine, bedenine, zekâsına, gelirine göre sınıflandırılıyor. Özünde eşit insan unutuluyor. Bugün toplum dışına itilenler sadece engelliler değil. Derecelendirmede en kısa, en şişman, en fakir, en az zeki vb. insanlar da aynı şekilde toplum dışına itilmiş durumda. Ancak aradaki fark; engellilerin basit yaşam gereklerini yerine getirmede, hak ve özgürlüklerini kullanmada kısıtlanmış olması. Onlara ayrılan alanlarda yaşamak, izin verilen aktiviteleri yapmak, uygun görülmüş işlerde çalışmak zorunda bırakılıyorlar. Asıl önemli olan insan ruhunun sakat olmaması; ama toplumun büyükçe bir kısmı bunun farkında değil. Biz insanlar,  gözü asla doymayan canlılarız. Nefsimiz çoğunlukla irademizi nakavt ediyor.
Kendimizi geçindirecek kadar da olsa, hesaplar dolusu da olsa paramızı paylaşmaktan birçoğumuzun ödü kopuyor. Doğayı katlederken de hayata dair eksiklikleri olanları hiçe sayarken de aynı gözü dönmüşlük ve bencillikle “ben” duygusunun egemenliğinde sıkışıp kalıyoruz. Bir sabah ansızın aynı engellere mahkûm olmuş şekilde dünyaya bakabileceğimiz fikri, egomuzun gücüne karşı gelip zihnimize ve kalbimize ulaşamıyor bir türlü.
Ruhlarımızdaki bu özrü yenmek gibi bir gayemiz yok ne yazık ki. Oysaki sahip olduğumuz koşulların tümünü bütün insanlık için evrenselleştirebilseydik insan olmanın gereğini tam olarak yerine getirebilmiş olurduk. Engelliler için de savaşlar, afetler, hastalıklar ve fakirlik içinde yitip giden milyonlarca insana sahip ülkeler için de aynı koşullar yaratılabilseydi daha insancıl bir dünyada yaşamak mümkün olabilirdi. Bencilliği içine gömülü insanoğlu, tüm bu eksiltili hayatları yok sayarak ortadan kalktıkları hayaliyle yaşamaktan vazgeçebilselerdi eğer; üzerinde yaşadığımız dünya bu kadar bozulmaz, doğanın dengeleri şaşmazdı.
Sanırım bencil de olsak, eksiltili de olsak, engelli de olsak, dünyanın hâkimi gibi kudretli de olsak hepimizin insan olduğu gerçeği değişmiyor. Evet, hepimiz insanız ve bu çok tuhaf!
Varoluşçu felsefenin önde gelen isimlerinden olan Alman filozof Martin Heidegger’in de söylediği gibi; “Ölüm, her bir bireyin onu bir başkasına geçirme gibi bir imkân olmaksızın kendi başına karşılaması gereken tekil bir deneyimdir.”

Azınlıkta da olsa ekmeğini bile paylaşan insanlar henüz varken, bencillik ruhlarımızı tamamen ele geçirmeyi henüz başaramamışken haydi elele verip önce kendi ruhlarımızı, sonra toplumun vicdanını ve en son olarak da eksiltili insanların kırık kalplerini onarıp ertelenmiş hayallerini ve sönmüş ümitlerini diriltelim. Bunun için tek yapılması gereken şey; “Orta yol”u bulmak. Haydi hep birlikte arayalım; bulabilir miyiz dersiniz.  DEMET YENER 
Engelsiz Yaşam Dergisi'nde yayımlanmıştır.

Etiketler: ,

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa