KENDİNİ BİL (Fıkra)
Yunan Felsefesinin kurucularından
biri olan ve aynı zamanda Ahlak Felsefesinin de kurucusu sayılan Antik Yunan
filozofu Sokrates; “Kendini bil!” derken özdüşünümsel bir kimlik oluşturmanın
gereğinden söz ediyordu. İnsanoğlu, diğer canlılardan farklı olarak
yaşayabilmek için kendisine bir gerçeklik oluşturmak zorundadır. Bunun için de
öncelikle kendinin farkında olmalı, sonrasında ise dünyanın şifresini kendi
farkındalığıyla çözmelidir. Kendini bilen insan için yaşamak; hem kendisi hem
de çevresi adına çok daha kolaydır.
Özel mülkiyet ve feodalite
dünyaya egemen olmadan önceki “doğal insan”, her türlü özgürlüğün ve eşitliğin
hâkim olduğu bir dünyada yaşıyordu. Jean Jacques Rousseau için doğal insan kirlenmemiş insandı. “Biz”
duygusunun egemen olduğu, insanların birbirlerini ötekileştirmediği bir dünyaydı. İşin maddi boyutunu göz ardı edecek
olursak, kimsenin hiçbir şekilde farklı sayılmadığı bir toplum hayali
kurduğumuz bugünlerde birleştiricilik yerine ayrımcılık ön planda. İnsanlar sürekli;
kilosuna, sesine, yeteneğine, bedenine, zekâsına, gelirine göre
sınıflandırılıyor. Özünde eşit insan
unutuluyor. Bugün toplum dışına itilenler sadece engelliler değil.
Derecelendirmede en kısa, en şişman, en fakir, en az zeki vb. insanlar da aynı
şekilde toplum dışına itilmiş durumda. Ancak aradaki fark; engellilerin basit
yaşam gereklerini yerine getirmede, hak ve özgürlüklerini kullanmada
kısıtlanmış olması. Onlara ayrılan alanlarda yaşamak, izin verilen aktiviteleri
yapmak, uygun görülmüş işlerde çalışmak zorunda bırakılıyorlar. Asıl önemli
olan insan ruhunun sakat olmaması; ama toplumun büyükçe bir kısmı bunun
farkında değil. Biz insanlar, gözü asla
doymayan canlılarız. Nefsimiz çoğunlukla irademizi nakavt ediyor.
Kendimizi geçindirecek kadar da
olsa, hesaplar dolusu da olsa paramızı paylaşmaktan birçoğumuzun ödü kopuyor.
Doğayı katlederken de hayata dair eksiklikleri olanları hiçe sayarken de aynı
gözü dönmüşlük ve bencillikle “ben” duygusunun egemenliğinde sıkışıp kalıyoruz.
Bir sabah ansızın aynı engellere mahkûm olmuş şekilde dünyaya bakabileceğimiz
fikri, egomuzun gücüne karşı gelip zihnimize ve kalbimize ulaşamıyor bir türlü.
Ruhlarımızdaki bu özrü yenmek
gibi bir gayemiz yok ne yazık ki. Oysaki sahip olduğumuz koşulların tümünü
bütün insanlık için evrenselleştirebilseydik insan olmanın gereğini tam olarak
yerine getirebilmiş olurduk. Engelliler için de savaşlar, afetler, hastalıklar
ve fakirlik içinde yitip giden milyonlarca insana sahip ülkeler için de aynı
koşullar yaratılabilseydi daha insancıl bir dünyada yaşamak mümkün olabilirdi.
Bencilliği içine gömülü insanoğlu, tüm bu eksiltili hayatları yok sayarak
ortadan kalktıkları hayaliyle yaşamaktan vazgeçebilselerdi eğer; üzerinde
yaşadığımız dünya bu kadar bozulmaz, doğanın dengeleri şaşmazdı.
Sanırım bencil de olsak,
eksiltili de olsak, engelli de olsak, dünyanın hâkimi gibi kudretli de olsak
hepimizin insan olduğu gerçeği değişmiyor. Evet, hepimiz insanız ve bu çok
tuhaf!
Varoluşçu felsefenin önde gelen
isimlerinden olan Alman filozof Martin Heidegger’in de söylediği gibi; “Ölüm,
her bir bireyin onu bir başkasına geçirme gibi bir imkân olmaksızın kendi
başına karşılaması gereken tekil bir deneyimdir.”
Azınlıkta da olsa ekmeğini bile
paylaşan insanlar henüz varken, bencillik ruhlarımızı tamamen ele geçirmeyi
henüz başaramamışken haydi elele verip önce kendi ruhlarımızı, sonra toplumun
vicdanını ve en son olarak da eksiltili insanların kırık kalplerini onarıp
ertelenmiş hayallerini ve sönmüş ümitlerini diriltelim. Bunun için tek
yapılması gereken şey; “Orta yol”u bulmak. Haydi hep birlikte arayalım;
bulabilir miyiz dersiniz. DEMET YENER
Engelsiz Yaşam Dergisi'nde yayımlanmıştır.
Etiketler: Çayyaş Edebiyat, Demet Yener
0 Yorum:
Yorum Gönder
Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]
<< Ana Sayfa