İnsanoğlu olarak bin bir güzellikle donatılmışken gözlerimiz ilk
olarak kötüyü, çirkini, aksak olanı görür. Aslında bu normalin çokluğuna
alışmışlıktan kaynaklanır. Mesela insanlardaki fiziki sakatlıklar hemen
dikkatimizi çeker. Topallayan bir
insanı asla gözden kaçırmayız; buna karşın kötürüm yürekleri de asla fark
etmeyiz! Bir kör, sağır ya da
tekerlekli sandalyeye mahkûm bir engelli gördüğümüzde içimizden geçen ilk duygu
acıma duygusudur. İçin için üzülür, belki
de “zavallı” diye mırıldanırız. Ne
var ki bizden beklenen “acıma” değil “anlama”dır. İşin çıkmaza girdiği yer de tam olarak
burası zaten. Kendini anlayamayan bireyler başkalarını nasıl anlasın. Kendimizi
anlayamadığımızdan ötürü de birbirimizi anlayamıyoruz; buna çabalamıyoruz bile.
Öğrenilmiş çaresizlik içinde anlamaya anlamaya bir arada yaşamaya çabalıyoruz.
Derken hayat anlamını yitiriveriyor. Onu doyasıya yaşamak, içini iyi, güzel ve
anlamlı olan ne varsa onlarla doldurmak varken, sadece zorluklarını,
olumsuzluklarını, olanaksızlıklarını ve kirli yanlarını yaşıyoruz. Kendimizi hapsettiğimiz bu kaybolunmuş
dünyada engelli birine bırakın yardım etmek ya da duygudaşlık (empati yapmak) kurmayı,
ona anlayışlı bile olamıyoruz çoğu zaman. Kendimize olmayan engeller, gereksiz
eksiklikler yaratıyoruz. Örneğin beden olarak zayıf biriysek daha kilolu
olmadığımız için, düz saçlıysak kıvırcık saçlı olmadığımız için, harika
resimler yaparken gitar çalamadığımız için, doktorsak mühendis olmadığımız için
hayıflanıp duruyoruz. Olduğumuz şeyin değerini bilmiyoruz.
2008’de Engelli Haftası etkinliklerinde görev
almaktan yakınan bir grup öğrencime engelli olmanın anlamını sorduğumda
cevaplar o kadar uç noktalardaydı ki neredeyse yaşamaya hakları olmadığını
söyleyecek kadar ileri gittiler. Onlarla küçük bir oyun oynadık. İçlerinden
ikisinin gözlerini bağladık ve önlerine üç tane kova koyduk. Kovalardan birinde
suya atılmış, yumuşamış peçeteler; diğerinde kırılmış çiğ yumurtalar ve
sonuncusunda da oyuncak böcekler vardı. Öyle böcekler ki gerçek gibi. Gözleri
bağlı bu öğrencilerden önlerindeki bu kovalarda bulunanlardan hangisini yemek
istediklerini sordum. Kırk üç kişi dikkat kesilip onları izliyorduk. Ellerini
kovaya sokmada inanılmaz tereddüt ediyorlar, sokunca da çığlıklar atıyorlardı.
Çok ilginç tahminleri oldu. Hele böcek kovasından sonra sınıfın içinde
koşuşturup ellerini durmadan üzerine silen ve gözleri bağlı olduğu için de
bacaklarını sıralara çarpıp duran öğrencim sayesinde çok güldük. Görememek
kâbusunu yaşayan ve bu yaşananları izleyen öğrencilerime başka oyun isteyip
istemediklerini sorduğumda hepsi benden özür diliyor durumdaydı. Anlamadan
insanları değerlendirmek ve ön yargıların arkasına saklanmak yerine anlamaya
çalışmak yaşamayı daha kolay hale getirir; hem biz hem de karşımızdakiler için.
Hepimizin diğerlerine göre eksikleri vardır. Kimse mükemmel olamayacağına göre
aslında her birimiz bir şekilde engelliyiz!
Etiketler: Çayyaş Edebiyat, Demet Yener
0 Yorum:
Yorum Gönder
Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]
<< Ana Sayfa