... AŞK ...
Hiç
düşünmeden gönül sofrasına oturduğum dostlarım nerde?
Sıradanlığından
soyunabilmiş bir mütevazı istiyorum hayata dair yanımda. Ellerimi tuttuğunda
hissettiğim şey hep daha fazla heyecan olmalı. Gözlerinden gözlerime tüm
hayalleri, umutları ve aşkı akabilmeli. Yüreği dilinde olmalı. Yüreğime konuk
ettiğim kişi tereddütsüzce gönül soframa bağdaş kurup oturmalı. Bakma etrafına
öyle şaşkın şaşkın, evet seni anlatıyorum... :)
Böyle
arıyordum dün hayatım için önemli olacak insanları. Şimdi yüreğimin
tenhalarında bir iki eski dost hariç kimsem yok. Yorgunum… Ağlamaklıyım…
Gözlerimde
dalgalı bir günde yaşanmışlıklarımın etkilediği nostaljik bir film
sahnelenmekteydi:
“Kıyıya
sert tokatlar indiren dalgalar, kenarda sırasızca sıralanmış kayalara çarpıp dağılıyor,
sabun köpüğü gibi kabartılı bir biçim alarak, suyun derinlerinde bir yerlerde
gözlerden kayboluyordu. Rüzgâr sertleşince, montunun yakalarını kaldırdı, sonra
sahilden aldığı çakıl taşlarını avucuna doldurup denize atmaya, hatta su
yüzeyinde sektirmeye başladı. Bir yengeç, yosun tutmuş yorgun bir kayanın
altına saklandı. Uçuşup duran martılar, acı çığlıklarla kıyıdaki eski bir
kayığa konup kalkıyordu. Gözleri iyice
buğulanmıştı, sonra da dayanamayarak yaşardı. "Niye böyle oldu?" dedi
yüreğinin yalnız sesiyle. Keskin bir soğuk hava üfleyen rüzgâr yüzünden bir elini
montunun cebine soktu, diğer eliyle de saatine baktı. Gözleri uzaklara daldı.
İlk
heyecanların nasıl olup da yitip gittiğini aklı almıyordu. Sıkıntıdan bir
sigara yaktı ve derin bir iç çekişin ardından uzun bir nefes çekti kendisi gibi
yanıp duran sigaradan. Sahil ıssızdı. Günü birlik gezginler, arabalarına binip
çoktan terk etmişti terk edilmişliğiyle
baş başa kaldığı bu yeri. Bu küçük, balıkçı köyünde ıssızlık hâkimdi artık. Kalabalık sahilde garip bir sessizlik hâkim olmuştu. Eskiden bu sahilde başını sevdalısının omzuna koyarak huzura dalardı. Şimdi ise korkutucu bir huzursuzlukla seyrediyordu hırçın dalgaları…
baş başa kaldığı bu yeri. Bu küçük, balıkçı köyünde ıssızlık hâkimdi artık. Kalabalık sahilde garip bir sessizlik hâkim olmuştu. Eskiden bu sahilde başını sevdalısının omzuna koyarak huzura dalardı. Şimdi ise korkutucu bir huzursuzlukla seyrediyordu hırçın dalgaları…
Oturduğu
kayanın üzerinden yavaşça kalktı, gözlerini uzakta bir yerden geçmekte olan bir
gemiye çevirdi.... Balık avlarken nasıl eğlendiklerini anımsadı. Hava kararana
dek yarışırcasına balık avlayışlarını, nefesleri kesilene kadar sürdürdükleri
yüzme ya da dalma yarışlarını, el ele tutuşup liman boyu gezintilerini, denizi,
çaresizce kendini kıyıya vuran bembeyaz köpüklü dalgaları ve sevdiği o adamın içini
ürperten, onu bu dünyadan alıp uzak evrenlere götüren öpüşlerini anımsadı.
Kayaların
aralarında küçücük balıklar yüzüyor, üzerlerinde de yamuk bacaklı yengeçler geziniyordu...
Bazı kayalar sürekli gel-git yaşayan sevdalısı olan dalgalar yüzünden artık yosun
tutmuştu. Kenara çekilen tekneler kaderlerine terk edilmiştiler sanki... Çığlık
çığlığa martılar dışında sadece o fark etmişti onların içindeki hüznü.
Birden
bire huzuru yakaladığı o derin sulara açılmak isteği duydu. Rüzgârda umarsızca
savrulan bir kuru yaprak gibi ilerleyerek rastgele bir teknenin önüne geldi,
tekneye bindi, ipini çözdü ve usul usul çekmeye başladı kürekleri. Kürekler
dalga dalga köpüren o mavi suları her yardığında kendini daha da uzaklaşmış
hissediyordu bu dünyadan. Belirsiz bir süre kendinden geçmiş halde, ne kadar
kürek çektiğinden habersizce ilerledi. Neden sonra kendine geldi kollarındaki
acıyla. Kıyıdan çok uzaklaşmıştı. Kollarındaki dermanın bitmesi de eve dönmesi
de umurunda değildi artık. Akıntıya bırakmıştı kendini de tekneyi de. Tekne eski
olduğundan onun da dermanı tükenmekteydi ve ayrılan tahtalarının arasından usul
usul su almaya başlamıştı. Hiç panik yaşamadı. Kıyıdan alabildiğine
uzaklaşmıştı. Havada poyraz mı yoksa lodos mu olduğunu hiç belli etmeyen
kararsız bir rüzgâr esiyordu. Rüzgârla yarışırcasına artan tersine akıntı da
onu daha derinlere götürüyordu. Ruhundaki karmaşada kaybolduğu yetmemişti.
Denizin enginliğinde de yitip gitmekteydi. Tekne çok ağırlaşmıştı artık. Devrilmesi
işten bile değildi. Rüzgâr şiddetini arttırdıkça yükselen dalgalar tekneyi
beşik gibi sallıyordu. Ama tekne ilerlemiyordu artık. Sadece olduğu yere
çöküyordu. Ayak bileklerine kadar suyun içindeydi. Soğuktan titriyordu.
Bağırmak istiyordu; ama hiç sesi çıkmıyordu. Gerilim filmi izliyormuş gibi
izliyordu kendini. Var oluş gibi bir gerçek değil miydi yok oluş? Bunu
yaşamaktan neden korkması gerekiyordu ki? Sükûnetle beklemeye devam etti.
Uyuşmuş ve kasılmış vücudu can havliyle debelenmeye başladı. Yüzmeye başlamıştı
belki ama bu defa da dalgalar engelliyordu yüzmesini. Tabiri caizse balık gibi
yüzerdi; ama giysileri gittikçe ağırlaşıyordu. Yükselen dalgalar arasında çaresizce
batıp çıkıyor, sürekli su yutuyordu. Nefesini idare etmeye çalışıyordu. Kıyıyı
görmesine imkân yoktu. Soğuktan kollarını hissedemez hale gelmişti. Kıyı çok
uzaklardaydı...
Çaresizce
bıraktı debelenmeyi. Kendini suyun insafına bıraktı ve sırt üstü uzandı suyun
yüzeyine. Ağzına, gözüne kaçan sulara rağmen gökyüzünü görebildi. Gökyüzünde
sevdiğinin, ruhunu aydınlatan yüzünü gördü. Tatlı bir tebessüm yerleşti
dudaklarına. Ayağına giren kramp ve dalgalar yüzünden yüzeyde daha fazla
kalamadı ve dibe doğru yol almaya başladı. Suya atılan bir taş gibi süzüldü
yüzeyden derinlere. Sevdası yüreğinin derinlerindeydi, kendisi de suyun
derinlerinde…
Kaybolduğunun
anlaşılması birkaç gün sürmüştü. Yorgun ve yenik bedeni, kıyısından attığı
taşlarla hayale daldığı sahile vurduğunda yüzünde hala gökyüzünden sonraki
tebessüm durmaktaydı…”
İşte
böyle gömdüm içimdeki âşık kızı sulara. Şimdi yenilenmiş ya da yenilenmeye
çalışan ben, yine o aynı gökyüzüne bakıyorum umutla…
Etiketler: Çayyaş Edebiyat, Demet Yener
0 Yorum:
Yorum Gönder
Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]
<< Ana Sayfa