23 Ekim 2013 Çarşamba

... AŞK ...

…Nerede o eski günler?
Hiç düşünmeden gönül sofrasına oturduğum dostlarım nerde?
Sıradanlığından soyunabilmiş bir mütevazı istiyorum hayata dair yanımda. Ellerimi tuttuğunda hissettiğim şey hep daha fazla heyecan olmalı. Gözlerinden gözlerime tüm hayalleri, umutları ve aşkı akabilmeli. Yüreği dilinde olmalı. Yüreğime konuk ettiğim kişi tereddütsüzce gönül soframa bağdaş kurup oturmalı. Bakma etrafına öyle şaşkın şaşkın, evet seni anlatıyorum... :)
Böyle arıyordum dün hayatım için önemli olacak insanları. Şimdi yüreğimin tenhalarında bir iki eski dost hariç kimsem yok. Yorgunum… Ağlamaklıyım…
Gözlerimde dalgalı bir günde yaşanmışlıklarımın etkilediği nostaljik bir film sahnelenmekteydi:
“Kıyıya sert tokatlar indiren dalgalar, kenarda sırasızca sıralanmış kayalara çarpıp dağılıyor, sabun köpüğü gibi kabartılı bir biçim alarak, suyun derinlerinde bir yerlerde gözlerden kayboluyordu. Rüzgâr sertleşince, montunun yakalarını kaldırdı, sonra sahilden aldığı çakıl taşlarını avucuna doldurup denize atmaya, hatta su yüzeyinde sektirmeye başladı. Bir yengeç, yosun tutmuş yorgun bir kayanın altına saklandı. Uçuşup duran martılar, acı çığlıklarla kıyıdaki eski bir kayığa konup kalkıyordu.  Gözleri iyice buğulanmıştı, sonra da dayanamayarak yaşardı. "Niye böyle oldu?" dedi yüreğinin yalnız sesiyle. Keskin bir soğuk hava üfleyen rüzgâr yüzünden bir elini montunun cebine soktu, diğer eliyle de saatine baktı. Gözleri uzaklara daldı.
İlk heyecanların nasıl olup da yitip gittiğini aklı almıyordu. Sıkıntıdan bir sigara yaktı ve derin bir iç çekişin ardından uzun bir nefes çekti kendisi gibi yanıp duran sigaradan. Sahil ıssızdı. Günü birlik gezginler, arabalarına binip çoktan terk etmişti terk edilmişliğiyle
baş başa kaldığı bu yeri. Bu küçük, balıkçı köyünde ıssızlık hâkimdi artık. Kalabalık sahilde garip bir sessizlik hâkim olmuştu. Eskiden bu sahilde başını sevdalısının omzuna koyarak huzura dalardı. Şimdi ise korkutucu bir huzursuzlukla seyrediyordu hırçın dalgaları…
Oturduğu kayanın üzerinden yavaşça kalktı, gözlerini uzakta bir yerden geçmekte olan bir gemiye çevirdi.... Balık avlarken nasıl eğlendiklerini anımsadı. Hava kararana dek yarışırcasına balık avlayışlarını, nefesleri kesilene kadar sürdürdükleri yüzme ya da dalma yarışlarını, el ele tutuşup liman boyu gezintilerini, denizi, çaresizce kendini kıyıya vuran bembeyaz köpüklü dalgaları ve sevdiği o adamın içini ürperten, onu bu dünyadan alıp uzak evrenlere götüren öpüşlerini anımsadı.
Kayaların aralarında küçücük balıklar yüzüyor, üzerlerinde de yamuk bacaklı yengeçler geziniyordu... Bazı kayalar sürekli gel-git yaşayan sevdalısı olan dalgalar yüzünden artık yosun tutmuştu. Kenara çekilen tekneler kaderlerine terk edilmiştiler sanki... Çığlık çığlığa martılar dışında sadece o fark etmişti onların içindeki hüznü.  
Birden bire huzuru yakaladığı o derin sulara açılmak isteği duydu. Rüzgârda umarsızca savrulan bir kuru yaprak gibi ilerleyerek rastgele bir teknenin önüne geldi, tekneye bindi, ipini çözdü ve usul usul çekmeye başladı kürekleri. Kürekler dalga dalga köpüren o mavi suları her yardığında kendini daha da uzaklaşmış hissediyordu bu dünyadan. Belirsiz bir süre kendinden geçmiş halde, ne kadar kürek çektiğinden habersizce ilerledi. Neden sonra kendine geldi kollarındaki acıyla. Kıyıdan çok uzaklaşmıştı. Kollarındaki dermanın bitmesi de eve dönmesi de umurunda değildi artık. Akıntıya bırakmıştı kendini de tekneyi de. Tekne eski olduğundan onun da dermanı tükenmekteydi ve ayrılan tahtalarının arasından usul usul su almaya başlamıştı. Hiç panik yaşamadı. Kıyıdan alabildiğine uzaklaşmıştı. Havada poyraz mı yoksa lodos mu olduğunu hiç belli etmeyen kararsız bir rüzgâr esiyordu. Rüzgârla yarışırcasına artan tersine akıntı da onu daha derinlere götürüyordu. Ruhundaki karmaşada kaybolduğu yetmemişti. Denizin enginliğinde de yitip gitmekteydi. Tekne çok ağırlaşmıştı artık. Devrilmesi işten bile değildi. Rüzgâr şiddetini arttırdıkça yükselen dalgalar tekneyi beşik gibi sallıyordu. Ama tekne ilerlemiyordu artık. Sadece olduğu yere çöküyordu. Ayak bileklerine kadar suyun içindeydi. Soğuktan titriyordu. Bağırmak istiyordu; ama hiç sesi çıkmıyordu. Gerilim filmi izliyormuş gibi izliyordu kendini. Var oluş gibi bir gerçek değil miydi yok oluş? Bunu yaşamaktan neden korkması gerekiyordu ki? Sükûnetle beklemeye devam etti. Uyuşmuş ve kasılmış vücudu can havliyle debelenmeye başladı. Yüzmeye başlamıştı belki ama bu defa da dalgalar engelliyordu yüzmesini. Tabiri caizse balık gibi yüzerdi; ama giysileri gittikçe ağırlaşıyordu. Yükselen dalgalar arasında çaresizce batıp çıkıyor, sürekli su yutuyordu. Nefesini idare etmeye çalışıyordu. Kıyıyı görmesine imkân yoktu. Soğuktan kollarını hissedemez hale gelmişti. Kıyı çok uzaklardaydı...
Çaresizce bıraktı debelenmeyi. Kendini suyun insafına bıraktı ve sırt üstü uzandı suyun yüzeyine. Ağzına, gözüne kaçan sulara rağmen gökyüzünü görebildi. Gökyüzünde sevdiğinin, ruhunu aydınlatan yüzünü gördü. Tatlı bir tebessüm yerleşti dudaklarına. Ayağına giren kramp ve dalgalar yüzünden yüzeyde daha fazla kalamadı ve dibe doğru yol almaya başladı. Suya atılan bir taş gibi süzüldü yüzeyden derinlere. Sevdası yüreğinin derinlerindeydi, kendisi de suyun derinlerinde…
Kaybolduğunun anlaşılması birkaç gün sürmüştü. Yorgun ve yenik bedeni, kıyısından attığı taşlarla hayale daldığı sahile vurduğunda yüzünde hala gökyüzünden sonraki tebessüm durmaktaydı…”

İşte böyle gömdüm içimdeki âşık kızı sulara. Şimdi yenilenmiş ya da yenilenmeye çalışan ben, yine o aynı gökyüzüne bakıyorum umutla…                                       

Etiketler: ,

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa